Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

İstanbul’a renk veren «şey»ler kayboldu (Milliyet)

İstanbul’a renk veren «şey»ler kayboldu (Milliyet)

Milliyet

Yayın Tarihi: 16.10.1980

Sayfa: 2

İSTANBUL’A RENK VEREN «ŞEY»LER KAYBOLDU

Gazetelerden ve televizyondan öğrendik. İstanbul’un meşhur bir pastanesi olan “Markiz” in eski sahibi Ermeni asıllı Avadis Efendi sahip olduğu yüz milyonlar değerinde bir arsayı bir askerî yardım vakfına hibe etmiş. Allah razı olsun!

Bu hadise bize, İstanbul’u İstanbul yapan birçok müesseselerin zamanla kaybolduğunu ve İstanbul’a sonradan gelenlerin bu şehri servetleri kuvvetiyle satın alarak rengini kaçırdıklarını burada yazmaktan kendimi alamadım.

İşte bu rengi veren müesseselerden biri de adı geçen Ermeni vatandaşın yıllarca işlettiği “Markiz” pastanesiydi. Onun karşısında da “Löbon” (Lebon) denilen pastane vardı. Biz yıllarca “Löbon”a giderdik. İstanbul’un ne kadar sanat ve ilim sahibi adamları varsa, oraya gelirdi. Meselâ eski dostum Ressam İhab bunlardan biriydi. Sadrettin Celâl Bey de gelirdi. 50-60 sene gerilerde kalmış dostların, şimdi hatırlanması mümkün olmuyor.

Gene bu İstanbul’a renk veren müesseselerden Tokatlıyan Lokantası —hem Beyoğlu’nda, hem Kapalıçarşı’da — son zamanlarda harap olan ve hâlâ restore edilemeyen Hristaki Pasajı birahaneleri, Sirkeci’de Ali Efendi Lokantası, Sirkeci’de Staynburg Birahanesi, Hacı Bekir Şekerci Dükkânı —Ali Bey zamanı— Karaköy Poğaçacısı, Abdullah Efendi Lokantası, Bazar Doryan (eski bonmarşe) daha sayabilirim.

Bunlardan hiçbiri kalmadı. Bin müşkülâtla yıkılmaktan kurtarılan “Markiz” pastacı dükkânı, otomobil parçacısı oldu. Çoktandır oralardan geçmedim, Löbon ne oldu bilmem. İstanbul tarafı olduğu gibi gürültüye gitti. Kendini koruyabilen bir Kurukahveci Mehmet Efendi var. O da, şimdi kahve yokluğundan dolayı, ismen mevcut. Nedir bu İstanbul’a yaptığınız yeni çocuklarımız, nedir Allah aşkına? Biz, yani İstanbullular gelip sizin şehir ve kasabalarınızı bu denlû yozlaştırdık mı?

General De Gaulle iktidara gelince, Paris’i büyük caddelerindeki binaların cephelerinin olduğu gibi muhafazasını emretti. “İçinde istenilen tadilâtı yapabilirsiniz, cephelere dokunmayın” diye emretti. Böylece başta meşhur Şanzelize olduğu halde, Paris’in büyük cadde ve bulvarlarının güzel çehreleri muhafaza edildi.

Bizde selatin dediğimiz büyük camilerden başka, hangi bina ayakta kalmıştır? Bereket Topkapı Sarayı’yla, Eski Serasker Kapısı, şimdiki İstanbul Üniversitesi Merkez Binası satılık olmadığı ve yangına uğramadığı için mevcudiyetini muhafaza etti. Üst tarafı İstanbul’u koydunsa bul yerinde! Yeni sahiplerimiz bize:

— Satmasaydınız! diyebilirler.

Evet, satmasaydık. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı, yani başşehri olan İstanbul, yerini Ankara’ya verince, sadece 67 vilayetten biri olarak kaldı ve maalesef nüfusu, yüzölçümüne nazaran çok fazla olduğundan, yaşamak için kendi kendini yedi. Develerin çölde 6-7 gün hörgüçlerindeki yağ ve su ile geçindikleri gibi.

Zaten 5-6 milyon kişiye İstanbul’da iş bulmak kabil değilken, diğer vilayet halkından her sene yüz binlerce kişi İstanbul’a gelip yaşıyor ve İstanbullunun ekmeğine ortak oluyor. Onun için de, İstanbullu elinde avucunda ne varsa satıp duruyor.

Hiç olmazsa bundan sonra İstanbul’a İstanbullu olarak kalanı kurtaralım. Bu iş, İstanbul Belediyesi’yle Vilayet’e düşer. İtalya’da memleketin bölgelerinden ötekine çalışmak ve yerleşmek için insan geçirmezler. Eski Osmanlı Devrinde de vilayetten vilayete ‘“mürûr tezkeresi” denilen bir nev’i iç pasaportla geçilirdi. Bunların hepsi bir ihtiyaç üzerine konulmuş tahditlerdir. Kalanı kurtarmak ve restore etmek için bunlardan ders ve ibret almamız lâzımdır.

Yedi kuşak İstanbullu bir yazar olarak hâlâ İstanbul’u idare edenlerden bunu rica ederim.