Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Oruç üzerine

Oruç üzerine

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 15.10.1972

Sayfa: 3

Yaşadığımız Günler

Oruç üzerine

Oruç kelimesinin hangi soydan geldiği biraz ihtilaflıdır. Farsça ‘rûze’den gelmiş derler. Ahmet Vefik Paşa ‘Lehçe’de ‘oruz ve rûze’ den gelir diyor. ‘Açlık’ manasınadır.

Aslına bakarsanız oruç bütün dinlerde vardır. Çünkü sıhhî bir ibadettir, aynı zamanda nefsine hâkim olmaktır. Maddî, manevî faydası açıktır. Ne var ki, işi inada bildirmemek ve ille de oruç tutacağım diye kendine eziyet etmemek gerekir.

Orucun şartlarının başında sıhhat gelir. Bünyesi ve işi oruç tutmaya müsait olmayanlar oruç tutarlarsa sevap kazanmazlar. Ben insanlar bilirim, mide ülserinden kıvranırken oruç tutar. Halbuki bu hastalık midenin boş kalmasına asla tahammül etmez… Sonra muayyen fasılalarla ilaç alanlar oruç tutamazlar, tutarlarsa günaha girerler. Çünkü kimsenin kendi kendine eziyet etmesine Allah müsaade etmez. Onun için.. Bektaşi’ye sormuşlar:

— Orucu mu seversin, namazı mı? Diye.

— Orucu severim.

— Neden?

— Yenir de ondan, demiş.

Ama oruç tutmak için sahur yemek şarttır. Hatta sahursuz oruç tutma dinen makbul de değildir.

Sahur nedir?..

İftarda acele… İmsakta ağırdan…

Sahur, öğle yemeğinin yerinin değişimidir. Nasıl adi günlerde bütün geceyi yemeden geçiriyorsak, bu sefer, bütün günü yemeden geçiriyoruz. Ve gündüz yemeğini gece yarısından sonraya alıyoruz demektir. Ne var ki İslam’da oruca dair bir kaide vardır.

“İftarda acele, imsak da ağırdan almak sünnettir.” derler. Yani iftar vakti geldi mi, kandil yandı mı, yanmadı mı, top patladı mı, radyo okudu mu falan yok, ilk işarette oruç bozulur.

İmsaka gelince… Orucun başı demektir. Onda ne kadar gecikirseniz o kadar makbuldür. Çünkü oruç mümkün olduğu kadar kısalır. Eskiden sahur davulla, imsak bugünkü gibi topla haber verilirdi.

İftardan sonra

Gerçekten, iftar için bugün çok kolaylık var. Herkes radyoda ezanı işitince yahut minarenin kandilleri yanınca orucunu bozuyor. Ama sahur için, bilhassa gece uyuyup sahura kalkanlar için vasıta yok. Vardı, bunu oruç tutmayan mahalleli istemedi kaldırdılar. Eskiden sahura yakın mahallelerde davul çıkardı. Hatta bazı mahallelerde bekçiler ellerindeki sopa ile kaldırım taşlama vurup mesela:

— Saatler üçe geliyoor!!! diye seslenirlerdi.

Bu mahalle için ayrı bir emniyet unsuru olurdu. Eski devirde her evde saat ne gezer… Bu âdet bazı İstanbul mahallelerinde 1924 tarihlerinde vardı. Davul daha da sonralara kadar devam etti. Bugün bizim oturduğumuz yerlerde yok, fakat belki bazı kenar semtlerde vardır. Acaba Eyüp’te var mı? Diye merak ederim.

İmsak ise, beşer dakika fasıla ile üç top atılarak ilân edilir. Üçüncü topta ağız çalkalanıp oruca başlanır. Ondan sonra bir şey yenmez.

Oruç, memleketlerin Hattı Üstüva’ya (Ekvatora), yakınlığına uzaklığına ve mevsimlere göre uzar, kısalır. Mesela İstanbul’da haziran sonlarında uzun günlerde 16 saati geçer de, kışın 10 saatten daha kısalır. Arabistan’da bu müddet 11-13 saatler arasında dolaşır.

Orucu hocalarımızdan çoğu bir türlü izah edemezler. Oruç her türlü zevk ve keyiften ve nefsini tatmin etmekten kendini tutmaktır. İşte buna imsak denir. İftarın zıddıdır.

Böylece yemek, içmek, tütün gibi, nargile, enfiye gibi şeyler, hatta cinsi zevkler orucu bozar. Bana sorarsanız ağrı dindirmek için iğne yapmak orucu bozmaz. Ama keyif için morfin şırınga etmek bozar.

Gençliğimizde iftardan sonra herkes sokaklara dökülürdü. İstanbul’un eğlence merkezi Şehzadebaşı, direklerarası ve civarı idi. Bazı uzak semtlerde küçük hareketler olsa da asıl büyük kitle burada eğlenirdi.

Ramazanlarda mutlaka her semtte bir karagözcü bulunurdu. Bunlara Hayalî adı verilirdi. Benim çocukluğumda Üsküdar’da Hayalî Müştak adında orta halli bir karagözcü her Ramazan bir yerde karagöz oynatırdı…

Tiyatrolardan Üsküdar ve Kadıköy halkının vapur dolayısiyle az istifade ettiğini söylemek doğru olur. Çok defa vapuru kaçırmamak için üçüncü perdeyi yarıda bırakıp çıkıldığı olurdu.

Diş kirası

Ramazan halk arasında, millet ve devlet erkânı arasında karşılıklı iftarlar tertibine de vesile olurdu. Her mahallenin eşrafı ahbaplarına birkaç iftar verirdi…

Saltanat devrinde Padişah önce Vükeladan başlayarak hükûmet erkânına ve yüksek memurlarına iftarlar verirdi. Bunlara “iftar-ı seniye” denirdi. İftardan sonra da “diş kirası” namiyle adamına göre keseler dağıtılırdı. Ramazanın on beşinde Padişah, 15 alayı denilen Hırka-i Saadet ziyareti için Topkapı Sarayı’na giderdi. Eskiden karadan yapılan bu alayı Sultan Hamid senelerce “Söğütlü” ismindeki küçük yatı ile Sarayburnu’na çıkarak denizden yapmıştır.

Mahallelerde de Ramazan’ın on beşinden sonra mahalle bekçisi, bir davulcu, bir manici tutarak kapı kapı mani söyleyerek para toplanırdı… Hâlâ ağızlarda dolaşan maniler o devrin “eser”lerdir. Meselâ:

“Yeni cami direk ister

Söylemeye yürek ister

Benim karnım toktur ama

Arkadaşım börek ister…”

gibi şeyler. Bizim delikanlılığımızda mahallelerin ve mahalle gençlerinin büyük eğlencesi oruçlu tütün tiryakilerine azizlik etmekti. O zamanlar sigara tiryakilerinin ardından iftara yakın boş gaz tenekesi atarlardı. Nedense onlar da bu gürültüden çılgına döner, ağzına geleni söylerlerdi. Çok defa aileler ve mahalleli böyle tiryakileri bildiğinden hadise çıkarmamak için akşama yakın kimse ses etmemeye çalışırdı.

İstanbul’da ramazanın hususiyetlerinden biri de Beyazıt Camii avlusundaki sergiydi. Bu sergide envai türlü teşbihler, ağızlıklar, hacı yağları, sürmeler, çeşit çeşit baharat, Hint’ten Yemen’den gelmiş yemişler, reçeller, en’amı şerifler, mühürler, falan… Ben bu sergiyi son demlerinde ziyaret etmiştim. Çok renkli bir şark pazarı idi.

Türkiye’de ve İstanbul’da ramazan ve onun getirdiği hareket ve hayat böyle birkaç yazıda toplanamaz. Çünkü gerçekten memleketin şehirlerin, semtlerin, mahallelerin ve ailelerin çehresi ve hayatı değişirdi… Onun için bu konuda bütün ilmî etüdleriyle bir kitap yazılsa yeridir. Çünkü bu ay bir ibadet ayı olduğu kadar ticaret, bir ziyafet ve bir eğlence ayı idi. Ve her şeyden evvel insanlar ne yapar yapar iyi yerler, yiyemeyenlere de yedirirlerdi.

Nitekim oruç tutamayanlar her günkü oruç için bir fakiri doyururdu. Yani orucun bedele bağlanması dinen caiz, belki de makbul olmuştur. Biz de böyle yapmaktayız. Çünkü ramazan ayı aynı zamanda bir yardım, bir şefkat, bir sadaka ayıdır. Nitekim eskiden ramazanda vazeden kürdü şeyhleri vaazdan sonra önlerine yaydıkları mendile halkın gönlünden kopanını toplarlardı ve hiç de ayıp bir şey değildi. Çünkü bu vaiz efendilerin aylıkları yoktu.

Size buna dair hatırladığım bir fıkrayı anlatarak lafı tatlıya bağlıyayım.

Size de sadaka vermeyin mi dediler?

Sultan Hamid devrinin çok meşhur ve âlim vaizlerinden Kara Hüseyin Efendi isminde bir zat Fatih camiinde vazeder. Ve vaazdan sonra da önüne yaydığı mendile halkın verdiği sadakayı toplar, alırmış. Padişah adamın şöhretini ve vaazdan sonra da para topladığını işitmiş. Yakıştıramamış. Yaverlerinden birini vaiz efendiye göndermiş:

— Efendimiz zatıâlinize 800 kuruş maaş ihsan buyurdular. Artık sadaka toplamaktan kurtulsunlar diye irade ettiler, dedirtmiş.

Hoca aylığa sevinmiş, dua etmiş ve artık vaazdan sonra:

— Ey cemaat; gördüğünüz gibi bir müddettir sizden sadaka almıyorum. Çünkü Padişahımız efendimiz bana aylık bağladı, “artık para toplama” diye irade mi etti acaba… “Hiç birinizin on para vermek için elini cebine soktuğu yok!..” demekten kendini alamamış.