Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Baron Coubertin’i nasıl tanıdım? (Milliyet Magazin)

Baron Coubertin’i nasıl tanıdım? (Milliyet Magazin)

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 23.07.1978

Sayfa: 18

Geçmiş Zaman Olur ki…

(1924 Paris Olimpiyatları)

Baron Coubertin’i nasıl tanıdım?

1924 Mayıs başlarında bir Fransız şilebiyle İstanbul’dan 10 günlük deniz yolculuğundan sonra vardığımız Marsilya’ya ayak bastığım gün, benim yabancı bir memlekete ilk seyahatim başlamıştı. Normal olarak deniz yolculuğu, hele yaz aylarında keyifli bir seyahattir. Hele 10 bin tonluk büyük bir tekneyle. Ne var ki, bizim vapurda kafesler içinde 15 bin kadar tavuk vardı. Canlı tavuk. Bunları Varna’dan yüklemişler. Canlı hayvanların ambarda gitmesi mümkün olmadığından bütün tavuk kafeslerini geminin baş güvertesine üst üste yıkmışlardı. Vapur seyir halindeyken, tavuk kokuları bütün geminin güvertesini istilâ ediyordu. Yolcuların bulunduğu kıç güvertesi bundan en büyük payı alıyordu. Ondan dolayıdır ki, bizim deniz yolculuğu bu tavuk kokusu yüzünden biraz tatsız geçti. Ne var ki, bu tavuklar olmasaydı, biz gemide aç kalırdık. Onlardan her gün 5-10 tane satın alıp pişirterek karnımızı doyurduğumuzu geçen yazımızda anlatmıştık.

Marsilya pek hoşuma gitmişti, ama bizim için karaya çıkar çıkmaz yapılacak iki iş vardı. Birisi, bir yemek yemek, ikincisi Marsilya- Paris trenine bilet almak.

Marsilya’nın Vieux Port (Eski Liman) denilen kısmındaki sahil lokantalarından birine girdik. Çocuklar hep bir ağızdan:

— Domuz eti vardır, yemeyiz! diye manasız bir şüpheye düştüler. Doğrusu ben de o devirde bir acemi çaylaktım. Avrupa’da her lokantada bol bol domuz eti bulunmadığını bilmiyordum.

— Merak etmeyin! dedim. Doğru mutfağa gittim, aşçıbaşı ile ve lokantanın sahibi ile konuştum.

— Yok mösyö! Biz domuz eti vermeyiz. Hele bu mevsimde… dediler ve şimdi mahiyetini pek kestiremediğim bir nevi patlıcan musakkası yemeğini seçtik ve yedik. Üstüne de bir tatlı yedik, çıktık. Marsilya’da biraz dolaştık ve öğleden sonra Marsilya – Paris trenine bindik. Tabii seyahat yataksız geçti. Bu hattın münakalesini (aktarımı) o zamanlar kısa adı P.L.M. yani Paris – Lyon – Marsilya olan bir şirket temin ederdi. Tam 14 saat yolculuk yaptık ve öğleden sonra Paris’in meşhur Lyon Garı’na vardık. Bizi burada Selim Sırrı Beyle, o zaman Selim Sırrı Beyin bulduğu Mösyö Lacroix (Lakrua) adındaki Fransız Türkiye Ataşesi karşıladı. Gardan dışarı çıkmadan garın içindeki metro deliğinden aşağı indik ve o hattın son durağı olan Porte Champeret’ye (Şampere Kapısı) yeraltından gittik. Metrodan dışarı çıktığımız zaman o devirde yıkılmaya başlamış olan eski Paris istihkâmlarının enkazı civarına varmıştık. Kaleci Hamit:

— Yahu arkadaşlar! 10 gün deniz, bir gün tren. Gene de gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye asıl Paris’i göremediğinden şekvacı olmuştu.

Biz oradan, bizi Olimpiyat Stadı’nın ve köyünün bulunduğu Colombes (Kolomb) köyüne götürecek elektrikli trenle gittik.

Olimpiyat köyü, Kolomb kasabasının dışında boş bir arazide yapılmış dört köşe ahşap barakalardan ibaretti ve etrafı tel örgülerle muhafaza altına alınmıştı. Çaprazına bölünmüş her barakada 4 oda ve bu odalarda da ikişer yatak, bir masa, iki sandalye vardı. Tuvaletler, banyolar, lavabolar dışarıda, ayrı barakalarda yapılmıştı. Yani sabahleyin yüzümüzü yıkamak için odamızdan açık havaya çıkıyor ve ayrı binadaki tuvaletlere gidiyorduk. Oldukça iptidai idi. Hele yağmurlu havalarda, kömür mıcırı ile yapılmış yollarda yürüyenlerin ayakkabılarıyla odalarına girmeleri mümkün olamıyordu. Neyse…

Biz tam köyün kapısı önüne tesadüf eden dört barakayı aldık. Birisi idarecilerindi. İdarecilere tek yataklı oda verilmişti. Ben de onlardan birinde ve tam kapının önündeydim. Diğer üç barakaya antrenör ve diğer oyuncular yerleştiler. Barakaların aralarında, gölgeli boşluklara şezlonglar kurulmuştu. Yeni yapılmış olan bu köyde yeşillik, çiçek ve ağaç yoktu.

Biz elektrikli trenden köyümüze kadar yaya yürüdük ve bavullarımızı kendimiz taşıdık. Bu, kimsenin hoşuna gitmedi. Ama o zamanlar bu işler bugünkü mükemmelliğe pek yaklaşamamıştı. Köye vardık, bavullarımızı odalarımıza koyduk. Bizimle beraber gelmiş olan ataşemiz Mösyö Lakrua:

— Biraz sonra statta rugby’nin Fransız ve Amerikan ekipleri arasındaki final maçı oynanacak. Hemen oraya gidelim! dedi.

Ve elimizi yüzümüzü yıkamaya bırakmadan, ayağımızın tozuyla hemen bitişiğimizdeki stada gittik. O zaman Kolomb Stadı 40 bin kişilik olarak yapılmış güzel bir stattı. Yerimizi aldık. Bu bizim gördüğümüz ilk büyük stattı. Ataşemiz Mösyö Lakrua’nın anlattığına göre, futbol rugby’e Romanya, Fransa, Amerika takımları iştirak etmiş. Fransa ve Amerika Romanya’yı yenerek finale kalmışlar. O gün bu final oynanacaktı ataşemizin ifadesine göre, daha beş senedir bu oyuna başlamış olan Amerikalıları, otuz senelik mazisi olan Fransızların yenip ilk şampiyonluk bayrağını direğe çekmeleri muhakkak gibiydi. Maç başladı ve hiç de Fransız dostumuzun beklediği gibi çıkmadı. Amerikalılar müthiş bir kuvvet ve şiddetle oyuna giriştiler. Hiç unutmam, 11 numaralı bir Amerikalı oyuncu vardı ve —rugby oyununda oyuncular birbirlerini tutuyorlar— Fransızlardan üç-dört kişi bu 11 numaralı Amerikalıya yapışıyorlar, ama Amerikalı bir silkindi mi, kendine yapışanları yere serip kaçıyordu. Uzatmayalım efendim, o maçta Amerikalılar 11-3 Fransızlara galip gelip şampiyon oldular ve hemen orada büyük bir direğe Amerikan bayrağı çekilirken, bando Amerikan millî marşını çalıyordu. Bütün stadın ayakta sessizce ve hürmetle dinlediği bu marş çalınırken, sahanın ortasında iki kişinin bir adamı kargatulumba etmiş olarak tribünlerden stadın methaline doğru götürdüklerini gördük. Bu sırada Amerikan takımının antrenörü takımıyla birlikte ve ihtiram vaziyetinde, fakat kepini tuttuğu sağ elini havaya kaldırmış, marşın temposuyla yukarı aşağı indirip kaldırıyordu.

Ertesi gün gazetelerden öğrendik. Marş çalınır ve Amerikan bayrağı direğe çekilirken, sahanın ortasından götürülen, bir Amerikalının cesediymiş. Tribünlerde maçın neticesini münakaşa ettiği bir Fransız’la marazaya tutuşmuş. Fransız elindeki şemsiye ile adamı itmek isterken, şemsiyenin demir ucu Amerikalının gözüne girmiş ve derhal ölümüne sebep olmuş. Fransız gazeteleri bu hadiseyi, “Biz henüz olimpiyat tertip edecek, hatta seyredecek kadar medenileşmemişiz” diye kendilerini şiddetle tenkit ettiler. Amerikalılar da o akşam bu münasebetle tertip edilen ziyafete gitmediler. Biz rugby oyununu ilk önce orada gördük.

Ertesi gün Mösyö Lakrua geldi, bizi Paris’e götürdü. Olimpiyatların müessisi ve beynelmilel komite başkanı Baron de Coubertin’i ziyaret edecektik. Paris’e elektrikli trenle giderken, başımızdaki fes ve kalpaklardan bizim yabancı ve Müslüman olduğumuzu fark eden bir sarhoş işçinin ağız tecavüzüne uğradık. Çocuklar Fransızca anlamadıkları için pek aldırmıyorlardı, ama adam sık sık Fransızca:

— Muhammed benim iyi dostumdu! Falan gibi herzeler yediğinden, rahmetli Otomobil Nuri:

— Bu herif fena bir şey söylüyor, ben bunu döverim! Dedi.

— Aman ne yapıyorsun? Diye önledik. Fakat Fransız yolculardan birisi:

— Onlar bizim misafirimizdir. Ne laf atıyorsun? Deyince, başka bir Fransız:

— Siz ne karışıyorsunuz?

— Ben misafirlerimiz müdafaa ediyorum.

— Onlar kendilerini müdafaa etsinler, size ne! Diye bu sefer onlar birbiriyle münakaşaya başladılar, hatta ayağa kalktılar. O sırada tren bir tünele girdi. Her yer karanlık. Tünelden çıktığımız zaman herkesin yerli yerinde olduğunu gördük ve rahat ettik. Az sonra ilk durakta biletçi sarhoş işçiyi trenden dışarı attıydı.

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin (yahut Fransız Milli Olimpiyat Komitesi’nin) lokali o zaman Paris’in meşhur Concorde (Konkord) meydanına açılan Boetie sokağındaydı. Hatırımda kaldığına göre, bu sokağın iki köşesinden birinde Bahriye Nezareti, diğerinde Crayon (Kriyon) Oteli olan iki eş bina vardır.

Baron de Coubertin bizi kafile halinde kabul etti. Olimpiyatlara iştirakimizden dolayı tebrik etti. Futboldaki eşleme kur’asında bize Çek takımının çıkmış olmasından dolayı müteessir olmamamızı anlatırken:

— Bakınız! Hiç adı sanı işitilmemiş Uruguay adında bir memleketin futbol takımı, her uğradığı memleketin takımını yenerek Paris’e geliyor. Futbol bir sürpriz işidir! Diye bizi teselli etti. Kendisine teşekkür ederek çıktık. O zaman Olimpiyat Oyunları’nın müessisi olan bu Fransız asilzâdesi, beyaz bıyıklı bir adamdı ve haliyle bir Hristiyan azizi edası arz ediyordu.

Oradan çıktık ve tekrar aynı yolla köyümüze döndük.