Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Paris’te ilk günler (Milliyet Magazin)

Paris’te ilk günler (Milliyet Magazin)

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 30.07.1978

Geçmiş Zaman Olur ki…

(1924 Paris Olimpiyatları)

Paris’te ilk günler

Biz Türklerde, tarihimiz  meydandadır. Sadece sefer için dışarı çıkmışız, yani memleket zapt etmek için. Ondan ötesi, hacca gitmek müstesna —o da kendi hududumuz içindeydi—seyahatten asla hoşlanmazmışız! Onun için birisi hakkında haber almak gerektiğinde;

— Ali Bey ne yapıyor? Diye sorduğunuz zaman:

— Ne yapsın, oturuyor! Derlerdi. Hatta çocuklarımızı usluluğa davet için:

— Uslu oturursanız, size çikolata veririm! Gibi vaatlerde bulunurduk ve bu hal göstermiştir ki, Türkler oturmuşlar, yürüyüp gezmeyi pek sevmemişlerdir. Sefere giderken de ata binmişler. Bir piyade askeri olan Yeniçerilerin seferleri ise, pek ağır bir yolculuk olmuştur.

Neyse, demek isterim ki, biz Cumhuriyet Devrinin son 25-30 senesine gelinceye kadar memleket dışına seyahati hiç özlememiş, düşünmemiş, hayat sayfalarımız arasına seyahat, bilhassa dış seyahat bahsini yazmamışızdır. Bunun bir istisnasını teşkil etmiş olan Evliya Çelebi bile, meşhur Seyahatnamesine konu olan geniş güzergâhta büyük seyahatine çıkmasının sebebini, rüyada Peygamberi görüp, ondan:

Şefaat Ya Resulallah! Diye niyazda bulunacak yerde, şaşırıp:

— Seyahat Ya Resulallah! Demesine Hazreti Peygamberin:

— Seyahatin uğurlu, yolun açık olsun Evliya! Diye dua etmesini gösterir.

Demek istiyorum ki, bugünkü insanlar yaş farkı olmaksızın bundan kırk yıl öncesine göre, hayat şekli ve şartları değişmiş kimselerdir. Ama 1924’de ben otuzu geçkin bir adam olduğum ve lisan bildiğim halde, Paris’te gene de bir müddet acemilik çektim. Tıpkı bundan 30-40 sene evvel Anadolu’dan İstanbul’un en kalabalık yerine gelmiş bir köylü çocuğu gibi afalladım.

                                                           ***

Evet, Olimpiyatlar’da hayat, şöyle böyle devam ediyordu. Maça kadar her gün bizim çocuklar idmana gidiyorlar, ben de kampta köyü bekliyordum. Bir gün, Olimpiyat Köyü’nün antresinde dolaşırken bir Fransız geldi. Bizim evlerin yanına tesadüf eden direkteki Türk bayrağını gösterdi.

— Bu ne bayrağı? Diye sordu.

— Türk bayrağı! Cevabını verdim.

— Ne münasebetle çekilmiş?

— Çünkü burası Olimpiyat Köyü’dür ve bu barakalar Türk kafilesinindir.

— Yaaaa! Demek burada Türkler var.

— Evet.

— Görebilir miyim?

— Şüphesiz. İşte ben Türk’üm.

Adam, inanmaz bir eda ile:

— Yok canım, siz beyazsınız, Türkler renkli adamlardır.

Ve adama bu bilgisinin yanlış olduğunu güçlükle anlatmıştım.

Bir akşam civardaki idman sahasından dönen çocuklar bana geldiler.

— Reis bey! Biz burada kalamayız.

— Neden?

— Yanımıza Yunanlılar geldi.

— Yok canım! Kim söyledi?

— Biz gördük. Bayraklarını çektiler.

Mesele çıkacak. Gerçi Yunanlılarla sulh olmuşuz ama bir senelik bir iş. Yanyana nasıl olur? Kalktım gittim.

— İşte! Diye bayrağı gösterdiler.

Ben de sonradan öğrendim. Bayrak Uruguay bayrağı idi. Yunan bayrağından farkı, mavi-beyaz paralel bayrağın köşesinde Yunan bayrağında bir küçük haç varken, Uruguay’ın bayrağındaki köşede sarı ve soluk bir güneş vardı.

Köyde hayat normaldi. Muslih merhumla kaleci Hamit arasında kulüpçülük yüzünden çıkan harazadan (kavga gürültü) başka hadise olmadı. Fakat çocuklar, köyün yemeklerinden memnun değildiler. Çünkü bu yemekler, orta halli lokanta yemeği idi. Bu arada, meselâ Fransızların pek sevdiği sirkeli salçalı dana başı, “Téte de Veau a la Vinegrette” adındaki bir nevi baş paçasını yiyemediler. Çünkü bazılarına dananın ya burnu, ya da kulağı gelmişti. Çok uğraştıksa da lokantanın umumî listesini değiştirmek mümkün olamadığı gibi, benim pilav pişirmek hususundaki teşebbüsüm de başarısızlıkla neticelendi.

Colombes (Kolomb) köyündeki en büyük dava, içecek su davası oldu. Bildiğiniz gibi Paris’te ve bütün Avrupa şehirlerinde bizim memba suları cinsinden içme suyu yoktur. Vardır ama maden suyu olarak kapalı şişelerde hayli pahalı satılır. Gene de çoğu bizim ince İstanbul sularına yaklaşamaz. Çocuklar da, Paris’in kampanya suyunu ağır buldular. Ne yapacaksınız? Bir dış temasa gelmiş müsabık biraz nazlı ve kaprisli olur. Sonunda sofrada su yerine onların limonat dedikleri bizim gazozu vermeyi münasip buldular. Her yemekte iki çocuğa bir litrelik kapalı şişe gazoz veriyorduk. Bu meşrubata antrenör ses çıkarmadı. Akşamları lokanta müdürü ekstra olarak istihlak edilen şeylerin faturasını bana imza ettirirken, baktım ki 24 kişilik sofrada 12 şişe gazoz yerine 16 şişe var. Kabul etmek istemedim. Adam dedi ki:

— Sizi temin ederim ki, her öğünde 4-5 şişe fazla içiliyor. Size bunun nasıl olduğunu gösteririm.

Ve müteakip yemekte yemeğin sonlarına doğru geldi. Masanın kenarlarına doğru sarkmış masa örtüsünü kaldırdı. Yerde 4 tane boş gazoz şişesi yatıyor. Her sıranın üstünde de 12 şişe ayakta duruyordu. Açıkgöz veya suya çok düşkün olan çocuklar, şişeyi boşaltıp masanın altına atıyor ve garsonu çağırarak, önünde gazoz şişesi bulunmadığını gösterip, istihkakını istiyordu.

Bu yemek meselesi, bizim ikinci kafilemizin Olimpiyat Köyü’nde kalmamama ve ona Paris’in içinde bir pansiyon binası kiralayıp, bir de Rum ahçı tutmamıza sebep olmuştur.

Çeklerle olan maçımızı Montmartre tepesi semtinde Saint-Ouen adında bir mahalle stadında yaptık. Mahalleliler ve bazı meraklılardan mürekkep (oluşan) 1000 kişi kadar seyirci vardı. Çekler, birinci haftayımda bizi ezdiler. İlk yarıyı 3-0 yenik kapadık. İkinci yarıda çocuklar daha canlı oynadılar ve onlar 2, biz de 2 gol attık. Skor, 5-2 oldu. Çek takımı o zaman birinci sınıf bir takımdı. Maç bittikten sonra biz, futbol turnuvasının sonunu bekledik. Bunu sanırım, Hollanda-Uruguay oynadı. Ben o maçta bulundum. Maçı Slanik adında bir Fransız hakemi idare etti ve Uruguaylılar maçı 2-1 kazandılar. İkinci golü penaltıdan attılar.

Bundan sonra idarecilerle birlikte 20 kişilik futbol takımımız, program mucibince Şimal (Kuzey)turnesine çıktı. İsveç, Finlandiya, Polonya gibi memleketlerde maçlar yapacak, sonra 5 Temmuz’da açılış merasimine iştirak için, Paris’e dönecektik. Bu turnenin bütün masrafını davet eden memleketler yüklenmiş olmalarına rağmen, rahmetli Yusuf Ziya:

— Parasız şuradan şuraya gitmem! diye ısrar etti ve ben 20 kişiyi Paris’te bir buçuk ay daha beslememek için 15 bin frank para verdim. Böylece kafile gitti. Ben, gelecek kafilenin yerini, yurdunu, mutfağını hazırlamak üzere Paris’te kaldım. Benimle beraber Sait Çelebi ve Nasuhi Baydar da kaldılar. Ne var ki, biz aynı otellerde kalamadık. Sade, arasıra görüşüyorduk. Kafile, Olimpiyat Köyü’nü terk eder etmez, biz de Paris’e inmiştik. Benim otelim 17. Arondisman’da büyük bulvarlara yakın Pelletier metro durağına yakın bir üçüncü sınıf oteldi. Hiç unutmam, bu otelin asansörü hidrolikti. Yani, su tazyiki ile asansör kayışını yukarıya iten bir kalın çelik boru şimdiki çekme halatının vazifesini görüyordu. Tabii bu asansörler çok ağır işlerlerdi.

Paris’e iner inmez, benim ilk işim, gelecek ikinci kafile – ki, güreşçi, hakemi, bisikletçi ve atletlerden mürekkep olacak ve Ali Sami Bey’in başkanlığında 4 Temmuzda gelecekti – hazırlıklarını yapmak oldu. Eskrim’e de nasıl oldu da, rahmetli Fuat Balkan Bey kendi hesabıyla geldi. Onu hâlâ kestiremiyorum. Yalnız hatırladığım bir şey, aksi tesadüfle Fuat Beye karşı Yunanlı bir yüzbaşı rakip çıkmıştı. Fuat Bey bu müsabakayı kaybetti. Fuat Balkan Bey’in o zamanki rakibi, sonradan Türkiye’ye gelen ve Türk sporcularına ve Türklere dostluk gösteren meşhur Atina Belediye Reisi Kotzias idi…

Paris’te pansiyon arıyordum. Bu gibi yerleri kiralamakla meşgul olan yerleştirme bürosunun başında tahta sakal bir Fransız vardı. Ne zaman bir şey istesem, evvela orayı söylemek ve adresini vermek için, benden 100 frank istiyordu. Ben bu parayı vermek istemedim ve kiralık pansiyon olan semtleri sordum. Porte d’Orléans civarında bir pansiyon binasının olduğunu öğrendim. Kalktım gittim, sora sora yeri ve sahibini buldum, kiraladım.. Bina, temiz bir pansiyondu. Monsouris Parkı civarında havası güzel bir yerde ve Brillat-Savarin sokağında bulunuyordu. Bu sokağa ismini veren adam “Savarin” dediğimiz meşhur büyük kıtadaki “baba tatlısının” mucididir.

Montmartre’da Ouasi adındaki Rum lokantasından aşçı tedarik ettim. Ve ikinci kafilenin yerini böylece hazırladıktan sonra serbest kaldım. Paris’teki acemiliğim bundan sonra başlayacaktı.