Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Devletin aşka müdahalesi!

Devletin aşka müdahalesi!

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 08.10.1978

Geçmiş Zaman Olur ki…

Devletin aşka müdahalesi!

Şİmdi belki de bir enkaz halinde olan Yalova Kaplıcaları, Atatürk’ün himmeti ve isabetli kararıyla vaktiyle Türkiye’nin en lüks turistik merkeziydi. Yalova, tâ Bizans zamanından kalma şifalı radyoaktif sularıyla yalnız bir termal istasyonu değil, Atatürk ve millî mücadele asaletinin toplandığı bir yerdi. 1938’de merhum Doktor Nihat Reşat Bey’in himmetiyle inşa edilmiş olan meşhur Termal Otel, Avrupa’daki emsaline faikti. Müşteriler otelden çıkmadan banyolarını, masajlarını yaparlar ve hususî asansörlerle odalarına çıkarlardı.

Termal’in lokantası da zaman zaman çok iyi ellere geçmişti. Meselâ, sevgili arkadaşım Leblebi Mehmet, bir müddet burayı idare etmişti. Ayrıca her keseye göre Çınar Otel’i, Taş Otel, tepede Büyük Otel, muhtelif kategorideki müşteriler için kolayca yerleşilecek yerlerdi. Hele Çınardibi Kahvesi, ne kadar canlı, civcivli bir toplantı merkeziydi. Buraları güzel ormanlar, uzunca yürüme imkânları verir ve gerçekten emsalsiz bir sağlık merkezi, tatil dinlenmesi, tedavi bölgesini teşkil ederdi.

Ne kadar güzel hatıralarımız var. Atatürk’ün sağlığından Demokrat Parti iktidarının zuhuruna kadar hep dostlarımızın idare ettiği bu termal santralı gerçekten şifalı suları olan bir yerdi. Valide merhume için, her sene Yalova’ya gidip ailesi ve çocuklarıyla birlikte 15-20 gün geçirmek ideal bir tatildi. Senelerce bunun zevkiyle begâm olan Valide merhumenin bir kaç hatırasını nakledeyim:

Devir, Atatürk’ün sıhhatli devri. Yalova’ya refakat paşaları ve meşhur şahsiyetler geliyor. Huzuru mutâd zevat doldururlar ve Atatürk orada çok eğlenirdi. Valide merhume, iyi tavla oynardı. Zamanın şöhretlerinden kahraman Hurşit Niyazi Bey’in biraderi, Resneli Osman Bey de tavla meraklısıymış. Validemle bir maç yaptılar. Valide tavla ustası olan Osman Bey’i yendi. Ve bu, valide için bir propaganda oldu. “Naciye Hanım iyi tavla oynar”, diye rivayet çıktı. İşin tuhafı, ben de zarların adlarından başka tavlaya dair bir şey bilmem. Ertesi gün gene tavla meraklısı olan Refet Paşa, valide ile bir maç yapmak arzusunu izhar etti. 45 kiloluk yaşlı, fakat çetin annemiz hemen kabul etti. Ve Refet Paşa’yı çatır çatır yendi. Paşa, Valide’ye iltifat ederken, bir kadının bu derece kabiliyet göstermesini müstesna bir müşahede gibi anlatınca, validem cevap verdi:

— Paşa hazretleri! Cenabı Hak, önce erkeği yarattı. Baktı ki, bazı kusurları var, ondan sonra kadını yarattı. Biz sizden daha mükemmeliz! cevabını Paşa bile takdir etmişti.

Bu muhavereden sonra valide:

— Sakın bu sözlerimi Refet Paşa, Atatürk’e söylemesin! diye birkaç gün endişe bile etmişti.

O küçücük kadın, Termal lokanta salonunda orta yerdeki masamıza salon dolduktan sonra inerdi. Anamdır diye söylemiyorum, gerçekten bir Osmanlı hanımının bir İngiliz leydisi kadar hürmet celbettiğine orada şahit olmuştum. Herkesi selâmlar, muhabbetler toplar, yerine otururdu.

Termal’de akşam yemekleri çalgılıydı. Güzel ve küçük bir çigan orkestrası, yemekten evvel ve yemek sırasında latif havalar çalar, gerçekten ruhları okşardı. Bu orkestranın şefi, bir güzel Macar kızıydı. Adını hatırlayamadım. Çünkü sormazdık. Pek güzel, bebek gibi bir Macar dilberiydi. Bilhassa hokka gibi ağzı vardı. Yalnız kendisi el ve ayak bakımından biraz erkeğimsiydi. Bununla beraber çok erkeklerin kendisine mülazemet etmelerine (yanında kalma istemine) sadece gülümseyerek mukabele edip sohbeti asla ileri götürmeye müsaade etmeyecek kadar namuslu bir kızdı ve bu yüzden ayrıca herkesin hürmetini kazanmıştı. Önce orkestra yerini alır, daha sonra Macar şef matmazel, belki Lena, belki Lila öyle bir şey, güzel giyinmiş haliyle, salona girer, herkesi selâmlar, hemen kemanını eline alır, arkadaşlarına bakar ve şakrak bir çigan havası tuttururdu. Bu tabloyu senelerce zevkle yaşamış olmanın bende bıraktığı zevk, hâlâ onu tasvir ederken müstesna kelimeler bulmak için beni zorlayacak kadar derindir.

Bu akşam yemekleri, o deyin Türk sosyetesine bir çalgılı lokantada yemek yerken ne gibi adaba riayet edileceğini de öğretmişti. Çocuklara kadar herkes bu güzel protokole riayet ederler, vızır vızır dolaşıp şamata yapmazlardı. Bugün, bu güzel ve emsalsiz müessesenin neden bu derece ihmale uğrayıp bakımsız ve kayıtsızlığa kurban gitmesinin sebebini bir türlü anlayamıyorum. Hatta Türkiye’de turizm işinin bir devlet uğraşısı ve gelirinin dış ödeme dengesinde mühim bir eleman olduğu anlaşıldıktan sonra dahi, bu mükemmel yerin neden ihmal edildiğini anlayamıyorum.

Yalnız bir nokta var ki, hâlâ bu güzel turistik bölgenin sahibini bulmasına ve hatta yabancı turistlerin rağbetini kazanacak kadar parlak hizmet imkânına erişilmesine mani oluyor. O da şu:

Burayı Atatürk, Denizyolları’na yaptırmıştı. Otelin kimin olduğunu bilmem ama, iskeleyi onlara yaptırdı. Yalova’yı İstanbul’un bir kazası haline getirmişti. Muntazam vapur servisi ihdas etti. Ve otellerin, lokantaların idaresini Denizyolları’na verdi. Çünkü o devirde bu işi kemaliyle yapabilecek bir turizm bankası veya turizm devlet teşkilâtı yoktu. Bunu ancak Denizyolları yapabilirdi. Zannederim ki, hâlâ burası Denizyolları’nın, yani Denizbank’ın malıdır. Turizm Bakanlığı’na veya Bankası’na devri için tabiî para ister. Oranın da tahsisatı yoktur. Denizbank da bu işi, artık vazifesi dışında gördüğünden, bu güzel müessese, bu yüzden havada kalmaktadır. Bir kararname ile iyi halledebilsek, Türkiye’ye İstanbul’un burnu dibinde hem termal, hem orman, hem denizi olan büyük turist merkezi kazanılmış olurdu.

Zamanlar değişti. Biz, imkânlarımızın daralması, bazı sıhhî sebepler ve nihayet Termal’in eski şaşaasını kaybetmesi sebebiyle, yıllarca devam ettiğimiz Yalova’dan ayağımızı çektik idi.

Bir gün — tarihini iyice kestiremiyorum, herhalde 1950’lerden sonra olacak— Cumhuriyet gazetesinde 29 yıl çalıştığım, kalın su sarnıcı duvarına ve merhum kahveci Cemal’in kahve ocağına bakan çalışma odamda oturuyordum. Birden kapı açıldı. İçeri, güzel bir hanım girdi. Birdenbire seçememiştim. Ama kendimi çabuk toparladım, güzel kadını hemen karşıladım.

— Buyrun matmazel, buyrun! Bu ne güzel sürpriz. Bir kahve ister misiniz?

Gelen kadın, Termal Oteli’nin çigan orkestrasında kemancı Macar kızıydı. Acı bir tebessümle:

— Burhan Bey! Sizden bana yardım rica etmeye geldim.

— Memnuniyetle. Yapabileceğim bir şeyse hiç şüpheniz olmasın! dedim.

— Siz tanınmış bir gazetecisiniz. Belki bana bir yol gösterirsiniz.

— Şüphesiz, şüphesiz. Nedir derdiniz?

— Burhan Bey! Ben, İzmirli bir Türk genciyle evleneceğim.

— Güzel.

— Biz birbirimizi sevdik, karar verdik. Hatta ben, Türk tâbiyetine geçmek için teşebbüste bulundum. Muamelesi yapılırken nişanlım, ailesini bu izdivaçtan haberdar etmiş, ben önceden sakladığını bilmiyordum. Aile, büyük bir şiddetle bu izdivaca razı olmadı. Çocuk isyan etti. Ailesi onu İzmir’e gönderdi. Oradan bana mektup yazdı. Her şeyi göze aldığını ve evleneceğimizi haber verdi. Biz de, nikâh kâğıtlarımızı hazırlamak üzereyken polis, iki gün evvel bana ikamet tezkeresi müddetinin bitmek üzere olduğunu ve bir daha yenilenmeyeceğini tebliğ etti. Şaşırdım. “Ben Türk oluyorum” dedimse de, dinletemedim. Önümde birkaç günüm var. Nişanlım bu hareketin ailesinin tefsiriyle olduğunu söyledi ve bana, ne pahasına olursa olsun, evleneceğimizi vaadetti ama, o İzmir’de, ben burada ve polis benim peşimde. Biliyorsunuz burası benim ikinci vatanım. Ben, uzun zamandır Türkiye’de yaşadım. Bolşeviklerden sonra Macaristan’a dönmem, dönemem. Ben ne yaparım? Ben perişan oldum. Acaba bana yol gösterir misiniz?

Devir, işi gazetelere aksettirecek kadar rahat değildi. Düşündüm, taşındım. Sanırım o sıralarda İstanbul Polis Müdürü veya poliste bir mühim mevki sahibi olan Kemal Aygün Bey’e telefon ederek, Macar kızını gönderdim. Ondan sonra ne kız bana geldi, ne Kemal Bey’den bir ses çıktı. Ben de işi kurcalamaktan kaçındım. Çünkü daha evvellerinden başlayan bir iftiracılık, benim ecnebilerle çok temasım olduğunu, hatta casusluk yaptığımı ihbar edecek kadar cüretkâr idi. Korktum ve aramadım. Ama kızın bana gelmediğine göre, herhalde biçareyi hudut dışına attılar ve Türk çocuğunun bir Macarla evlenmesini istemeyen ailenin bu gayrımedenî hissine, hükümet makamları âlet oldular.

İşte, devletin aşk işine karıştığının ikinci misali de budur.

O devirleri yaşayanlar, Türkiye’nin altın devri olduğunu söylerler. Evet, altın yaldızlı bir devirdi. Altında ne facialar, ne haksızlıkların sesi ve iflâhı kesilen insanlar…

Sonra ne oldu? Türk çocuğu da kızın peşinden gitti mi, gitmedi mi? Kız ne hale düştü? Bunları şimdi düşünüyorum ve mümkün olsa da bu dramların kahramanları, facialarının son perdelerinin nasıl cereyan ettiğini bana anlatsalar diye —galiba boşuna— bekliyorum.