Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

O devirde nasıl aydınlanırdık?

O devirde nasıl aydınlanırdık?

O devirde nasıl aydınlanırdık?

Tarihte ışık, su gibi değildir. Su, bugünkü kadar olmasa bile eskiden de buydu. Evlere kadar verilen Kırkçeşme ve diğer Vakıf sularının ev tapularına kayıtları düşerdi. Hâlâ şurada-burada baca gibi duran eski su terazileri eskiden de şehir suyu sisteminin mevcudiyetinin delilidir. İstabul’da, Boğaziçi arkasındaki ormanlarda, Bentler dediğimiz yerlerdeki küçük su barajları da hâlâ doludur. Ne var ki, suları temiz değildir diye kullanılamıyor.

Ama ışık maalesef çok az idi. Bizim yetiştiğimiz devirde evler mum, şamdan, fener ve nihayet fitilli petrol lambalarıyla aydınlatılırdı. Daha evvel yağ kandilleri ve içyağ kaplarıyla aydınlatıldığını gösteren resimler, kap ve kacaklar vardı. Zaten camilerimizdeki kandil sistemi yağ ve aydınlatmanın en mükemmel nümunesidir. Yalnız mihrap yanında büyük şamdanlara dikilmiş mumlar bulunurdu. Ben Evkaf’ta çalıştığım sırada, camilerin tenviratı (aydınlandırılması) için ambarlardan —ki en büyüğü şimdiki Dördüncü Vakıf Han’ın yerinde bulunan “Hamidiye” ambarıydı— Birinci Abdülhamid’in vakfıydı. İmaret binası olarak yapılmıştı.

Camilerin yağ ve mum ihtiyaçları Ramazan’dan evvel dağıtılırdı. Yağ, zeytinyağı idi. Yakmak için kullanılan bu yağların iyi cinsten olması şarttı. Çünkü kalitesi düşük ve asidi fazla yağlar yanarken kokardı. Bu sebeple Vakfın yağlarının umumiyetle iyi olması lazımdı. Bu yağlar camilerin imamlarına verilirdi. Mihrap mumları da ayrıca imal ettirilir ve caminin büyüklüğüne göre dağıtılırdı. Bu mumların içinde otuz-kırk kilo gelenleri de bulunurdu. Aydınlatma bahsinde camilerden bahsedişimizin sebebi, aslında büyük kandil tenviratının (ışıklandırılmasının) ancak buralarda yapılmasından dolayıdır.

Camilerdeki kandil yağlarının bir tevatürü (söylentisi) vardır…

 İmam efendi kandil yağlarından bir miktarını eve götürür. Bildiğimiz zeytinyağlı patlıcan yemeğini yapmasını kadına tenbih etmiş. Akşam yemek ortaya gelmiş.. Hanım yemeğe o kadar çok yağ koymuş ki, İmam;

— Aman hanım, bu ne israf! demiş, şak diye bayılmış. Ondan dolayı da yemeğin adı imambayıldı kalmış. Bu bir rivayettir, ama aslında bir miktar da hakikat payı vardır.

Mumlara gelince… Ona dair de babam merhumdan bir hikâye dinlemiştim. Üsküdar’da Atik  Valide Camii (Valide-i Atik) vardır. Üsküdar’ın dört Selâtin camiinden biridir. Bir Ramazan arifesi camiin kayyumlarına Evkaftan iki adet otuzar okkalık büyük mum vermişler. Kayyum, camilerin temizliğine bakan hademesinin adıdır. Asıl adı kayyimdir. Halk dilinde kullanıla kullanıla kayyum olmuştur. Galattır. Çünkü kayyum, Allah’ın isimlerinden biridir.

 Evet, kayyumlar mumları Üsküdar iskelesine çıkarmışlar. Ama Valide Camii’ne nasıl gidecek? Buradaki tafsilatı pek iyi hatırlamıyorum. Galiba akıllı kayyumlardan birisi caminin tabutluğundaki tabutlardan birini aşağı indirmiş imiş. Mumları tabuta yerleştirmişler. Kapağını kapamışlar. Dördü tabutu omuzlamışlar. İskeleden çarşı boyunu tutmuşlar. Çıplak bir tabut, dört tane sarıklı adam götürüyor. Görenler:

— Vah, vah! Fukara tabut, örtü bile koymamışlar. Sevaptır! diye birkaç adım tabutu taşımışlar. Gitgide çıplak tabut çok merhamet ve ilgi çekmiş. Cemaat çoğalmış. Gören adam cenazeye katılmış, tabutu taşımış. Toptaşı’na geldikleri zaman kayyumlar tabutu etraftan gelenlere bırakmış ve mumları, Toptaşı yokuşundan, bu hayır sahipleri bir fakir cenazesi taşıyormuş inancıyla çıkarmış, camiye bırakmışlar. Tabii orada cenaze namazı kılınmamış.

Bu hikâyeyi rahmetli Osman Cemal hikâye olarak yazmıştı. Halbuki Evkafta memur olan babamdan vakanın hakikî olduğunu dinlemiştim.

Cami tenviratı, elektrik gelinceye kadar yağ ve mum sistemi ile devam etmiş, petrol ve havagazı almamıştır. Bunun sebepleri arasında, zannederim vakfiyelerdeki yağ tahsisatının tasrih edilmesi(düzeltilmesi) geldiği kadar, tenvirat sisteminin değiştirilmesinin masraflı olması da sebep olmuştur.

*

Camilerdeki tenvirat (aydınlatma) böyle devam ederken, evlerde mum ve petrol kullanılırdı. Ben evlerde yağ ile tenvirat yapıldığını görmedim. Bizim çocukluğumuzda fitilli lambalar vardı. Bunların en büyükleri beş numaralı petrol lambalarıydı. Gövdesi camdan yapılmış, gene camdan kulpu olan düz yassı bir buçuk santim eninde fitili ve alevinin üstüne şişe geçirilen bu lambalar hemen her evde vardı. Küçük aileler bununla aydınlanırdı. Umumiyetle evlerde, oturulan odada bir lamba bulunurdu. Bir de ayakyoluna (tuvalete)veya evin başka bir yerine gitmek için yolu aydınlatmak üzere idare lambaları vardı. Bunlar yuvarlak ip gibi fitilli ve portakal gibi yuvarlak şişeli küçük lambalardı. Hepimiz çocukluğumuzda ayakyoluna giderken bunları alır, onunla oraya giderdik.

Petrol lambalarının da zamanla türlü şekilleri yapılırdı. Bunların içinde süs olsun diye ve müstesna zamanda yakılsın diye ayaklı ve karpuz fanuslu lambalar vardı. Daha ziyade mobilya veya biblo gibi evlerde konsolların üstünde duran bu lambaların ancak düğün-dernek günleri yakılması âdetti. Bizim evde oturduğumuz odadaki konsolun üstünde iki tane maden ayaklı ve düz şişe ve kırmızı karpuz fanuslu iki lamba vardı. Şimdi elimizde olsa antika sayılır. Ben bu lambaların yandığını hiç görmedim.

Bu lambaların bir numara büyüğü, büyük odalara konulurdu. Şişelerin tepesi daralarak üstüvane biçiminde idi. Fitili daha geniş ve tabii ışığı daha fazla idi. Ekseriya sofraya orta yere konulurdu. Sonra zamanla tavana asılan lambalar çıktı. Bunlar daha büyük lambalardı. Ve fitilleri boru şeklinde idi. Daha sonra petrol ışığı gömlekli lambalarla aydınlatma yapılır oldu. Bu gömlekli lambalar, petrolü buhar haline getiren ve ateşe dayanıklı tül gibi gömleklerle mavi ışık veren lambalardı. Hâlâ bunlara lüks lambası derler ve elektrik yokluğunda kullanılır.

Evlerde havagazı ile tenvirat 1910’dan sonradır. Ama Üsküdar’da İhsaniye mahallesinde sokaklarımızda kelebek biçimi alevle yanan havagazı lambaları vardı. Havagazının basit yanışından istifade edilerek yapılan bu lambaların ışığı azdı. Her akşam üçte yanardı. Bir ucunda paçavra olan bir sırıkla fenerciler dolaşır, lambaları yakar, aynı adamlar sabahleyin de gün ışılarken lambaları söndürürlerdi.

 Evlerimizde havagazı ocakları da dahil, bunlar ancak Meşrutiyet’ten sonra yerleşmiştir. Ve havagazı tenviratı yerli olduğu için aydınlatma oldukça geniş sahayı içine almıştır.

Petrol lambasının hareketliliği havagazında yoktu. Onun için ışık lazım gelen yerlere bir lamba beki konulurdu. Bek, gazın çıktığı memeye denilirdi. Havagazı lambası da gömlekli hale gelince ışığı mavileşti ve arttı. Sokaktaki lambalar da aynı hale getirildi ve böylece evlerimizde bol ziyâ elde edildi.

Bildiğiniz gibi, havagazı, taşkömürünün kokkömürü haline getirilmesi sırasında elde edilen bir gazdır. Ve bunu eskiden beri gazhane denilen kok ocakları elde ederdi. Hâlâ da aynı şekilde istihsal edilen havagazı, kok elde etmek için yapılan ameliyenin mecburi bir mahsulü olduğundan her memleketteki gibi bizde de aynı işe yaramakta, hatta birçok binalar yapılırken havagazı boruları da döşenmektedir. Ne var ki, kömür kıtlaştığı veya nakliyatı aksadığı zamanlar havagazı da azalır. Nitekim Birinci Dünya Harbi esnasında Türkiye’de kömür kıtlığı belirdi. Kömür birçok hallerde tren ve vapurlara verildi. Bu yüzden havagazı verilmez oldu. O devirlerde havagazı galiba bir Belçika şirketinin imtiyazı altında idi. Adamlar kömür bulamayınca zeytin çekirdeğinden havagazı istihsaline çalıştılar ve bir müddet böyle devam ettiler. Ama zeytin çekirdeği stokunun da ne kadar küçük olabileceği düşünülürse, durum vaziyeti (!) kavranmış olur.

Tenviratın elektriğe geçişi geniş çapta Cumhuriyet devrinde başlar.

Bu bahsi kapatırken bir küçük fıkrayı yazıma ilâve etmek isterim:

Selimiye Kışlası’nda askerliğini yapmaya gelmiş bir Anadolu çocuğu, duvara çakılmış boruların ucundaki musluğu açıp da bir kibrit çakınca bir alev yanıp kovuşu aydınlattığını üç sene göre göre, öyle inanmış ki, bu borularda bir keramet var sanmış.

Terhis edilip teskeresini aldığı sırada kimse görmeden duvardaki havagazı beklerinden birini sökmüş. Bavulunun içine koymak, köyde duvara çakıp yakmak üzere… ve öyle de yapmış. Ama alev bir türlü yanmamış. Milliyet Magazin 19.09.1977