Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Doktor Celâl Muhtar’la görüştüklerim! (Milliyet)

Doktor Celâl Muhtar’la görüştüklerim! (Milliyet)

Milliyet

Yayın Tarihi: 14.12.1934

Sayfa: 3

FELEK

— Gezgin yazıları —

Doktor Celâl Muhtar’la görüştüklerim!

PARİS’TEN — Onu kim tanımaz… Görüşmüş olmayanlar bile… Her ekonomik işte gazeteciler ondan fikir sorarlar, her içtimaî meselede düşüncesini öğrenmek isterler… Ve her fırsatta hasisliğinden bahsederler. Hilâl-i Ahmer’in temellerinden doktor Celâl Muhtar’ı biz, hele son zamanlarda ne kötü bir zaviyeden görmeye başlamıştık. Gazeteci arkadaşların maalesef biraz hafifçe çizdikleri onun bugünkü çehresi, elinde sıkı sıkı tuttuğu bir keseyi titreyerek okşayan bir eski bezirgândan başka bir şey değildi. Lâkin Celâl Muhtar’ın her şeyden evvel bir ilim adamı ve bir hoca olduğunu çabucak unutuyorduk… Ne de olsa fantezi hakikate her yerde üstün geliyor… Yalan doğruyu tepelediği gibi…

* * *

Paris’e geldikten sonra orada olduğunu bile bile Celâl Muhtar’la görüşmemek ve şu mahut “Pastör Enstitüsü’ne verdiği yarım milyon frank” masalını onun ağzından dinlememek doğru olmazdı.

Doktoru Paris’in havası en iyi olduğunu daha 924 te bizim sporculara yer ararken öğrendiğim cenup kenarlarında ve (Orlean) kapısı civarında bir (Palas) ta buldum. Daha ilk görüşte gözlerinden zoru olduğu tutunma hareketlerinden anlaşılıyordu. Beni yazılarımla tanımakla beraber hiç görmüş değildi…

Geleceğimi bildiği için hazırladığı ananası, midemin izin vermemesi yüzünden yutkuna yutkuna reddettikten sonra söze giriştik:

Bana, parayı sever, diyorlar… Lâkin ben hayatımda parayı sevmiyene rast gelmedim. Siz geldiniz mi? Şu mahut Pastör Enstitüsü işine gelince, İstanbul gazeteleri beni burada çok müşkül bir vaziyete soktular. İşte “Temps” Tan gazetesinin 17 Teşrin-i Sâni (Ekim ayı) nüshası. Bakınız İstanbul’dan aldığı bir telgrafla bu gazete benim Pastör Enstitüsü’ne yarım milyon frank verdiğimi yazıyor… Halbuki bunun ne aslı var, ne astarı… Mecbur oldum, gidip işi düzeltmiye… «İsterim böyle bir iyilikte bulunmak amma mümkün değil» dedim… Sonra… bizim gazeteler Pastör Enstitüsü’nden biraz hafiflikle bahsettiler. Bu enstitünün en eski Türk talebesi sıfatiyle buna çok üzüldüm. Son günlerde orada çalışan üç Türk talebe vardı. İki baytar (veteriner), bir kimyager. Baytarlardan Kemal merhum, “Sakağı” (Grum denilen hayvanlardan geçen üst solunum hastalığı)) hastalığından öldü. Bu üç talebe Pastör Enstitüsü’nde kendi evleri gibi her şeye ve her hakka sahip olarak çalışırlardı.

Bu imtiyaz geçenlerde ölen ve dünyanın en büyük adamlarından olan Pastör’ün çırağı hocam merhum doktor Roux’nun Türkleri çok sevmesinden ileri geliyordu. Tam kırk beş sene evvel ilk Türk talebesi olarak girip dört sene çalıştığım bu müessesenin haklı haksız ve benim yüzümden hırpalanmasına içerlemedim desem yalandır.

1922 de Pastör’ün doğuşunun yüzüncü yıldönümü münasebetile yaptığını bir müsahabede de (söyleşide) bahsettiğim ve 1933 te bastırdığım tedavi seririyatı (kliniği) broşürlerinden birinde yazdığım gibi doktor Roux kendini fenne vakfetmiş, dünyanın en tok gözlü ve kanaat sahibi bir adamı idi. Bu şöhretli adamın ziyaret ettiğim yatak odasında yer tahta, pencereler perdesiz idi… Siyah demirden bir kışla karyolası ve bir tahta masa ile bir de hasır iskemle bütün mobilyasını teşkil ediyordu.

1933 te İstanbul’a gelirken vedaya gitmiştim. 80 yaşını geçmişti. Sırtında uşağınıza verseniz güç alacağı bir kostüm vardı… Halbuki bu adam insanlığa serumları ve aşılarıyla ne büyük iyilikler etmişti. İstese ne çok para kazanabilirdi.

Lâkırdının zeminini değiştirdik amma, ben Roux’nun âşıkı olduğum için söylemeden geçemedim. Bu sene 80 yaşını doldurduktan sonra vefat eden bu adamın yeri güç doldurulur…”

Haşin ve dik başlı diye tanınmış olan Dr. Celal  Muhtar’ın da hocası olan Dr. Roux’nun hâtırasına karşı bile bugün pek az talebede görülen şaşılacak bir bağlılık, bir saygı vardı… Ne iyi olurdu. Bugünkü gençlik de hocalarına karşı aynı bağlarla, aynı hayranlık ve saygı ile bağlansalardı böylelikle kültür kümemize ne kuvvetli bir unsur girmiş olurdu. Umalım ki, bu bağlar şimdi de eskisi gibi ve istendiği kadar pektir…

Doktora sordum:

— Burada ne yapıyorsunuz?..

Gözlerimi tedavi ettiriyorum. Bir atak daha gelmesinden korktuğum için memlekete dönemiyorum, diyeceksiniz ki burada daha mı iyi tedavi ederler. Belki… Çünkü burada bir çok tedavi vasıtaları var ki henüz bizde yok… Ümit dünyası ne yaparsınız?.

Bir taraftan tedavi olunuyor, bir taraftan da ilmî araştırmalar yapıyorum. Gözlerim okumaya müsait olmadığı için aylıklı bir okuyucu  uttum. Saint Louis hastanesi kütüphanesine gidip tıbbî eserleri okutuyorum. Size sade kendi hesabıma değil bir Türk için övünülecek bir keşiften bahsedeyim:

Ben bundan 42 sene evvel Paris’teki  Saint Louis hastanesinde yaptığım mulâjlarla ve yazdığım eserlerle el ve ayak içlerinde husule gelen bazı yaraları zannedildiği gibi frengiden ziyade saçkıran nevinden parazitlerin yaptığını göstererek bunu tetkik etmek lâzım geldiğini ileri sürmüştüm.

Bir çok memleketlerde bu mesele tetkik edildikten sonra bugün artık benim haklı olduğum meydana çıktı. Geçenlerde bu bahse dair Almanyada basılmış bir kitapta bu işin pionnieri  yani müessisi doktor Muhtar’dır diye yazıyorlar… Bir çok eserlerde bu hastalığın mahiyetini ilk keşfetmiş bir adam olarak ismim geçiyor…

Bu benim için şahsî bir mükâfat olmakla beraber, Türklük için de iyi bir şeydir. Ben her şeyden evvel doktorum ve hocayım. Hocalıktan istifa etmeme sebep Tıp Fakültesi’nin nizamnamesine tecavüz ederek bir takım yolsuz tayinler yapılması olmuştur. Bundan 25 sene evvel ya İkdam, ya Tanin gazetesinde yazdığım bir makalede binası ne kadar mükemmel olursa olsun hastasız kalmaya mahkûm olan Haydarpaşa’daki Tıbbiye mektebinin mutlaka İstanbul tarafına geçirilmesini istemiştim. Dediğim yirmibeş sene sonra kabul edildi. Lâkin o zaman da yazdığım gibi tıbbiyenin Haydarpaşa’da oluşundan dolayı yapılan masraftan edilecek tasarrufun bir kısmını hastanelere gidip gelmeleri için talebeye vermelidir.

Ben 1889 da Paris’te iken bize günde gittiğimiz hastanenin uzaklık, yakınlığına göre birden üç franga kadar para verirlerdi. Şimdi 6 – 12 frank veriyorlar… O zaman ben altı ayda 178 frank almıştım. Hayatımda en çok hoşuma giden kazanç bu olmuştu. Etfal hastanesiyle Cerrahpaşa arasında gidip gelen genç tıbbiyelilere mutlaka gündelik vermek lâzımdır. Yoksa çocuklar parasızlıktan Kur’ları  (Course) takip edemezler.„

Doktoru selâmlıyarak ayrıldım. Memleket hakkında hasretle karışık hayırlı dileklerde bulundu. 68 yaşında, gözleri pek az gören ve yazıyı güçlükle ve pertavsızla (büyülteç) ancak okuyabilen bu adamı biz bir tamahkâr, hasis ve biriktiren bir paragöz sanırdık. Ne yanlış görüş! O bu halinde hâlâ ilim adamı olarak yaşıyordu. Ona yabancıların esirgemediği saygıyı bizim kıskanmamız abes olurdu.

Ara sıra zenginliğinden ve hasisliğinden tutturarak halka daima kötü ışıklar altında göstermede zevk bulduğumuz Dr. Celâl Muhtarı hakikî çehresiyle bir ilim adamı, bir Türk âlimi olarak halka ve yeni nesle tanıtmayı bir vazife bildim. Geç de kalmış olsak bu borcun ödenmiş olması bir kazançtır değil mi? Zengin, hasis ve tamahkâr memleketimizde birden fazladır. Amma kaç tane ilim kâşifi var ki!

B. FELEK