Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Gözüm nasıl açıldı? (Milliyet Magazin)

Gözüm nasıl açıldı? (Milliyet Magazin)

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 17.09.1978

Geçmiş Zaman Olur ki…

(1924 Paris Olimpiyatları)

Gözüm nasıl açıldı?

Modern olimpiyatlara ilk defa olarak, iştirakimiz vesilesiyle 1924 yaz aylarında Paris’te geçirdiğim hayatı, spor hadiseleriyle karışık olarak anlatırken bu yazı serisinin asıl amacı olan “Gözüm Nasıl Açıldı?” konusunu burada düğümleyip başka manzaralarımıza geçmeye vakit gelmiştir.

Biliyor musunuz? İnsan da kedi yavrusu gibidir. Şu farkla ki, kedi yavrusunun muayyen kısa bir süre sonra gözleri açılır, ama insanoğlu olduğu yerde kalır ve mümkün olduğu kadar geniş bir dünya parçasını, hele doğduğu kasabanın dışını görmezse gözü bir türlü açılmaz. Ne kadar çalışkan bir talebe, ne derece parlak bir hukuk mezunu olsam bile ben Fransızca bilmeme, bu dilden neşriyatı takip etmeme rağmen gene de Üsküdarlı Burhanettin Efendi olarak görgüsü az bir gençtim. O bakımdan Paris seyahati beni duble etti dersem, mübalağaya yormazsınız. Ben Paris’te sadece spor hadiselerini değil, Fransa’nın hadiselerini, oraların yaşayış tarzlarını ister istemez takip ettim ve alacağım dersleri aldım.

İki kafile arası ben Paris’te iken Modern Olimpiyat Oyunları’nın kuruluşunun 30’uncu yıldönümü Paris’te kutlandı. Ben de davetliydim. Zannederim bizim Fransız Ataşemiz Mösyö Lacroix (Lakrua) da beraberdi.

Galiba meşhur St. Michel (Sen Mişel) Bulvarı’ndan geçerken büyük bir talebe grubunun

— Kahrolsun Millerand! (à bas Millerand) diye bağırarak yürüyüş yaptıklarını gördüm.

Bu kafilenin etrafını, birlikte yürüyen büyük bir polis kordonu çevirmişti. Yanımdaki ataşeye sordum:

— Nedir bu hareket?

— Millerand’ı (Alexandre Millerand) istemiyorlar! dedi.

— Kim bu Millerand?

— Cumhurbaşkanı. Dün sağ partileri tutan bir beyanat vermiş. Bu protesto odur! dedi.

Ben gerçi İkinci Meşrutiyet’te Sultan Hamid aleyhinde de böyle bağırıp çağırmalar görmüştüm. Ama o devir Sultan Hamid’e karşı yapılmış bir ihtilâl devriydi. Fransa’da ne ihtilâl vardı, ne bir şey. Cumhurbaşkanı da yerinde oturuyordu. Nasıl oluyor da talebeler Devlet Başkanı aleyhine böyle nümayiş (gösteri) yapıyorlar! diye şaşmıştım. Halbuki o zaman Fransa Üçüncü Cumhuriyeti yaşıyordu. Merasim nasıl oldu? Doğrusu ben hatırlamıyorum. Çünkü şahsen ve fiilen katılmadığım ve sadece, o da zorlukla anladığım Fransızca nutukların teati edildiği bir merasimden bende bir şeyler kalmadı. Bunu da şuna yoruyorum. Görüştüğüm beyin doktorları, hafızanın kulaktan ziyade göze dayandığını söylerler. Ben de orada dinlediğim nutuklardan bir şey anlasam da, hafızama nakşolunmadığından bir şeyler hatırlayamıyordum. Sadece evvelce gördüğüm için modern olimpiyatların kurucusu Baron de Coubertin’i tanımıştım. Günlerden 23 Haziran’dı…

Merasimin ertesi günü Fransa Cumhurbaşkanı’nın istifa ettiğini gazeteler yazdı. Şüphesiz bu sadece bu bulvardan bağırarak geçen talebenin marifeti değildi. Fransa efkârı umumiyesi (kamuoyu), devlet başkanının taraf tutan bir beyanına tahammül edemedi.

Mösyö Millerand’ın yerine Mösyö Gaston Doumergue seçildi ve Cumhurbaşkanı oldu. Bu zat Fransa tarihinde güler yüzlü başkan diye anılır, çok sempatik hatıraları vardır. Olimpiyatlar münasebetiyle Cumhurbaşkanı’nın yaptığı bir ayakta resm-i kabulde (kabul töreni)  bu zatı gördüm ve elini sıktım. Elysée Sarayı’nın ön kapısının peronunda durmuştum. Üç bin kişi kadar olan Olimpiyat Kafilesi’nin üyelerini birer birer selâmlıyor ve elini sıkıyordu. Fransa’da iki cumhurbaşkanı yüz ifadeleriyle şöhret bulmuştu. Bunlardan birincisi bu Mösyö Doumergue’dir. Daima güler yüzlü ve her yerde mütebessim olmakla şöhret bulmuş, dalgın, fakat son derece iyi kalpli bir adamdı. İkincisi Mösyö Lebrun (Albert Lebrun) idi ki, her konuşmasında gözyaşlarını tutamayan bir hassas vatanperverdi.

Bu hatıraları sadece kendi durumumuzla doldurmaya imkân olsa da, bir yemek gibi hazırlanmış bir eser olan yazılarda da bazı tuz, biber ve lezzet verici şeyler nasıl lüzumluysa, bu çeşit yazılara da kaçamaklı fıkralar katmak fena olmaz. Onun için size bu münasebetle güler yüzlü Fransız Cumhurbaşkanı Gaston Doumergue’e dair küçük bir vaka nakledeyim.

Bir mühim kişinin cenaze alayı. Reisicumhur kortejin başında gidiyor. Arkasında bakanlar falan var. Alayın iki tarafında toplanmış halkı Cumhurbaşkanı silindir şapkasını çıkararak ve gülerek selâmlıyor. Bir müddet böyle devam ettikten sonra seryaver kulağına,

— Ekselans! Cenaze alayındasınız. Bu kadar mütebessim olmayınız! diyecek kadar cesaret göstermesine karşı o da:

— Ya! Evet, evet! Mersi! deyip tekrar halkı gülerek selâmlamaya devam etmiş.

Olimpiyat Oyunları tertip edilen her şehirde bazen umumî, bazen yalnız idareci ve şampiyonlara, eğlence ve resm-i kabuller tertip ederler. Bizi de bir gece Paris Operası’na davet etmişlerdi. Herhalde müsabakaların sonuna doğruydu. Gülleci Şevki Bey merhum var mıydı, yok muydu, şüpheliyim. Ama ben ve Ali Sami merhum operaya gittik. Ben ömrümde ilk defa olarak opera salonu görüyordum. Hem de salonların en muhteşemini. O devirde henüz Şapka Kanunu çıkmadığından ben klasik fes giyiyordum. Ali Sami de siyah ve Atatürk biçimi tepesi geniş bir siyah astragan kalpak. Koyu renk elbiselerimizi giydik, operaya girdik. Fuaye falan benim başım döndü. Acemilikle birinin ayağına basmayayım, bir vazo devirmeyeyim diye korkuyor, bir an evvel yerimize varmak istiyordum. Biletlerimizi gösterdik. Konuşmayan, pırıl pırıl elbiseli hademeler bize istikamet gösteriyordu. Bizim gibi daha neler de vardı, ama benim onlara bakacak halim yoktu. Nihayet bizi ikinci mi, üçüncü mü katta bir locaya soktular. Önde iki sandalyeyi gösterdiler. Arkasında da daha birkaç sandalye vardı. Az sonra oraya da tanımadığımız kimseler geldi. Sonra öğrendim ki, Avrupa’da localar bizdeki gibi tüm kiralanmıyor. Tiyatrosuna göre beherinde dört-altı sandalye olan bu localar teker teker kiralanıyormuş.

Operada benim gözüm kamaştı. Biliyorsunuz, tiyatroda konuşulmaz. Şöyle baktım. Herkesin bize baktığını gördüm. Anladım ki, muhtelif milletlere mensup olimpiyatçıların kılıkları, kıyafetleri Parisli seyircileri çok enterese ediyormuş. Herkesin başı açık oturduğu tiyatroda ben güzel bir kırmızı fes, Ali Sami de siyah bir astragan kalpak giyiyordu. Kalpak o kadar değil, ama fes adamları çok ilgilendirmişti. Ben o tarihte —şimdi de öyle ya— operadan ne anlarım. Aslına bakarsanız operayı seyretmek için operanın hikâyesini bilmek ve söylenen aryaları ve sözleri kendi dilinden hatırlamak lâzımdır. Operet de öyledir ya! Onun için operayı seyredenler, bilerek seyredenler, hangi dilden olursa olsun zevk alırlar. Çünkü adamın Almanca okuduğu parçayı bir İngiliz anlayabilir. Bir Türk Türkçesini bilir. Onun için bizim opera veya operetlerde bazı misafir artistler gelirler. Bizimkiler Türkçe oynar, o da kendi dilinden cevap verir. Ve opera güzelce oynanır. Ama opera uzadıkça benim uykum geldi. Hareket yok, kıpırdamak yok. Ali Sami’ye:

— Benim uykum geldi! dedim.

Bana rahatça:

— Uyu! dedi.

— Ayıp olmaz mı? cevabını verince, önünde duran kutuya bir frank attı, bir dürbün çıkardı.

— Al şu dürbünü. Bak karşımızdaki localarda kaç kişi uyuyor! dedi.

Baktım, hele bir yaşlı kalantor adamın çenesi göğsü hizasına düşmüştü. Karısı ise muttasıl yelpazesini sallıyordu. Operadan hatırımda iki şey kaldı. Birisi oynanan opera, daha doğrusu operalar: Biri Pelléas et Mélisande, öteki Salome. Hatırımda kalan ikincisi Salomé’de birinin kesik kafasını bir tabakta veriyorlardı. Gönlüm bulandı, uykum kaçtı. Fakat bu seyahat vesilesiyle Paris Operası’nı ve sanatkârlarını görmüş oldum. Bu da büyük bir kârdı. Bir daha Paris Operası’na gitmedim mi? Gittim. “Hint Şaşaları” gibi bir isimle Hindistan’a ait fevkalâde zengin 15-20 tabloluk bir müzikal seyrettim. Bizim yanan Kültür Sarayı’nda gördüğüm Damdaki Kemancı ve Ayda operaları şimdi hafızamda cisimleşmiş birer nefaset olarak hâlâ duruyor.

*

Evet sevgili okuyucularım! Ben Paris’e o yaşta gittim ve bunları gördüm. Şimdi sizleri görüyor gibiyim. Bıyık altından:

— Hele hele! diyorsunuz.

Allah rahmet eyleye, Ali Sami bu işin profesörü ve filozofu olarak bize iş bırakmıyordu.