Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

İkinci kafile (Milliyet Magazin)

İkinci kafile (Milliyet Magazin)

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 03.09.1978

Geçmiş Zaman Olur ki…

(1924 Paris Olimpiyatları)

İkinci kafile

Paris Olimpiyatlarının ikinci ve ana kafilesi 3 – 4 Temmuzda Paris’e geldi. Asıl Olimpiyat Oyunları Temmuz 1924’de başlayacağına göre, bizimkiler 1 gün evvel geldiler. Tam tarih hatırımda değil. Bu kafilede iki antrenör, beş güreşçi; birkaç atlet, iki hakemi, bir-iki bisikletçi vardı.

O devirde küçücük spor teşkilâtı üç dalda yabancı antrenör tedarik etmişti. Futbol için meşhur İskoçyalı antrenör Billy Hunter’i, güreş için meşhur güreş hocamız Macar Raoul Peter’i ücretle angaje etmişti. Atletizm için de Amerikan sefaretinin memurlarından Tubini adında bir amatör antrenörümüz vardı. İkinci kafileyi Birinci Reis Ali Sami Bey getirmişti ve sanırım o zamanlar pek meşhur olan Orient Expres denilen Paris – İstanbul treniyle gelmişlerdi. İkinci kafilede mevcudiyetlerini hatırladığım kimseler şunlardı: Ali Sami Bey kafile Reisi idi. Onun gelmesiyle ben Başkan Yardımcısı olarak kaldım.

Ahmet Fetgeri Bey merhumun riyasetinde beş güreşçi vardı. Tayyar merhum, Seyfi Cenap Bey, Mazhar ve güreşçi Fuat. Bunlar güreşe bilfiil katıldılar. Bir de Tayyar’ın sıkletinde ve birinci olan Dürrü Bey vardı. Tayyar ile Dürrü’den hangisinin gideceğini son bir müsabaka tayin edecekti. İkisi de ayrı kıymet ve maharetteydi. Lâkin Dürrü bu müsabakadan bir gün evvel kendisine idman veren Abdullah adındaki Karadenizli bir Bahriye askeriyle olan güreşinde kaşını yardı. Bu haliyle en azından 15 gün güreş tutamayacak hale geldi. Çünkü bir güreşçi müsabaka esnasında yaralanır ve kanı durmazsa güreşi kaybederdi. Bu çocuk bu haliyle değil güreşe girmek, Tayyar ile olan müsabakasını yapamaz hale gelince Tayyar kafileye girdi. Fakat federasyon Dürrü’yü de Olimpiyatlara götürmeye karar verdi. Dürrü, bu hâdisede Abdullah’a çok kızdı. Fakat pek de haklı olmadan Tayyar’a da darıldı. Çünkü onun kanaati, Tayyar’ı son deneme müsabakasında yeneceği merkezindeydi. (Nitekim Paris’ten dönüp, Ankara’da hesap vermeye gittiğimiz sıralarda bu güreş yapıldı ve Dürrü, Tayyar’ı yerde çift bravule ile yenmişti)

Bisiklet var mıydı? Varsa… bisikletçimiz Cavit Cav idi? Bu münasebetle yazmak isterim. Bu çocuk kendini bisiklete vermiş ve o yolda hayatını heder etmiştir. Hâlâ berhayat ise bu temiz bisiklet amatörüyle, teşkilâtın bir antika gibi meşgul olmasını dilerim. Halterde meşhur gülleci Cemal, Neyzen Şevki, atlet olarak aklımda sadece rahmetli Ömer Besim var. Halbuki birkaç kişi daha vardı. Yanılmıyorsam Trabzon’dan, İzmir’den, Balıkesir’den birer çocuk vardı. Bunları o devrin bültenlerine bakıp çıkarmak kabil.

Biz bu oyunlarda eskrime de iştirak ettik. Fakat bu, o devrin tek eskrimcisi ve muteber sporcusu Beşiktaşlı meşhur Fuat Balkan Bey kendi inisyatifi ile gelmiş, müsabakaya da kabul edilmişti. Teşkilâtın bundan haberi yoktu. Ama o devirlerde 30’uncu yıl olmasına rağmen, kaideler ve nizamlar pek ciddiyetle tatbik edilmiyordu. Çünkü Baron de Coubertin sağdı ve oyunların herkese açık olması fikrini her şeyin üstünde tutuyordu.

İkinci kafile tuttuğum yere yerleşti. İlk iş, Şimal (Kuzey Ülkeleri) turnesinden dönecek olan futbol kafilesiyle birleşip, bayrağımızın altında 1924, 8. Paris Oyunları’nın açılış geçit resmine katılmamız olacaktı.

 “Otomobil” Nuri’den bir telgraf aldım. Yani futbol kafilesi mutemedinden. Şöyle diyordu: “Federasyon Reisi Ziya Bey ile ikinci Reisi Hamdi Emin Bey, kafileyi Paris’e getirmek istemediler. Onlar İstanbul’a gittiler. Ben kafileyle geliyorum.” Rahmetli Ziya (Yusuf Ziya) sporda ve bilhassa futbolda kendinden başka ve üstün bir otorite tanımayan bir idareciydi. Paris’e dönmek ve yeniden Ali Sami’nin emrine girmek istemiyordu. Zaten uzun zaman İsviçre’de tahsil ettiği ve Paris’i de tanıdığı için kendisinde bir Avrupa hasreti de yoktu. Hamdi Emin ise, Ziya’nın kayıtsız şartsız emrindeydi.

Burada bir parantez açmak isterim. Bu hatıra yazı serisi daha ziyade parça parça birbirinden ayrı konuları anlatagelmiştir. Biz de Paris’teki ilk acemilik devrimizin birkaç yakasını; anlatmak için Paris Olimpiyatları’nda geçirdiğimiz günleri yazmak için bu mevzua girmiştik. Fakat hikâyenin akışı ve yakaların birbirini kovalayışı, bu yazıları, Türkiye’nin ilk Olimpiyat Oyunları’ndaki durumunu anlatacak bir küçük tarihçe haline getirmemize ister istemez bizi sevk etti. Onun için bu yazılarda bazen şahısların karakterlerine kadar inmesini, bu tarihçenin oluşma zaruretlerine yormanızı dilerim.

Nuri, futbol kafilesini vaktinde getirdi ve tuttuğu pansiyona yerleştiler. Bu çocuklar resmigeçide iştirak edecekler, iki gün daha kaldıktan sonra memlekete iade edileceklerdi. İşi gücü bitmiş sporcuları Paris’te haftalarca tutmaya tahsisatımız ve ihtiyacımız yoktu. Bugün de olimpiyatlarda ve beynelmilel dış temaslarda aynı usul tatbik edilir. İşi biten memleketine döner. Resmigeçit bize göre fena olmadı. Kırk kadar sporcu geçti. Bayrağımızı hatırımda kaldığına göre Tayyar taşıyordu. Tayyar o zaman Harbiye talebesiydi. Resm-i küşadı (açılışı), hatırladığıma göre Fransa Cumhurbaşkanı Gaston Doumergue yaptı. Esasen — hâlâ da öyledir ya— Olimpiyat Oyunları’nı her yerde devlet başkanları, yani hükümdar veya cumhurbaşkanı açar. Ve sadece “8. Olimpiyat Oyunlarını açıyorum” demekle yetinir, başka söz söylemez. Siyasî propagandaya mahal vermemek için bu usul konmuştur ve her yerde ısrarla ve ciddiyetle tatbik edilir. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda bile bütün ısrarına rağmen Hitler’e dahi başka söz söyletilmemiştir.

Müsabakalar başladı. Her zaman olduğu gibi her gün statta atletizm müsabakaları vardır. Bizim de bu branşta tek ümidimiz Ömer Besim’di. Ömer Besim o zaman daha spor hayatının zirvesine erişmemiş idiyse de Türkiye’deki başarıları, dünya atletizmden pek de haberi olmayan bizler için bir ümitti.

 Müsabaka gününün sabahı antrenör Tubini geldi. Evet! Tubini adında bir Amerikalı antrenörümüz vardı. Türkiye’deki Amerikan sefareti memurlarından bir amatör antrenördü. Bize fahrî olarak hizmet ediyordu. Diğer iki yabancı antrenörümüz ise ücretli idiler. Bunlar futbolda meşhur İskoç Billy Hunter’di. Birkaç sene Türkiye’de kalmış ve bize pek çok şey öğretmiştir. Üçüncü antrenörümüz meşhur Macar güreş hocası Raoul Peter idi ki, bu zat uzun zaman Türkiye’de kalmış, hatta Türk tabiyetine (vatandaşlığına) geçmek için müracaat ettiği sırada maalesef bizim o zamanki federasyon erkânıyla güreş bilgisi bakımından arası açılmış ve kötü iftiralara uğrayarak Türkiye’den çıkıp gitmiştir. Amerikalı antrenör bana.

— Ömer Besim koşudan evvel bir yoğurt yemek istiyor, buluruz! dedi.

1924 Paris’inde yoğurt, hele bizim pansiyonun bulunduğu kenar mahallede satılan değil, bilinen bir şey değildi. Bulamadık. Besim de sabahleyin sadece bir şeftali yiyip 800 metre koşuya girdi ve kaybetti. Zaten kazanamayacağını, koşuyu seyrettiğimiz zaman anlamıştık. Ama o memlekete döndüğü zaman Olimpiyat şampiyonluğunu kaybetmesine sebep, bizim kendisine bir kâse yoğurt bulamayışımız olduğunu anlattı durdu. Ve bu çeşit hikâyeleri dinlemeyi seven matbuat da (basın) bunu yazdı.

Aslına bakarsanız, benim senelerce süren tecrübem, kendinden emin olmayan müsabıkların (yarışmacıların) dışarıya çıktıkları zaman mutlaka bir mazeret ve kusur aramaları adeta insiyaki bir adet olmuştu. Bilmem hâlâ devam ediyor mu? Nitekim, 1948’de ikinci tayyareyle (uçakla) Londra’ya indiğimiz zaman futbol kafilesinin başında bulunan aziz dostumuz Ulvi Yenal Bey, Lefter’in kulağının ağrıdığını ve barsaklarının bozulmuş olduğunu bize ilk müjde! olarak söylemişti. Besim’in yarışı kaybetmesi bizim için büyük bir sürpriz değildi. Fakat şekli itibariyle, yani bir yoğurt bahanesiyle birlikte oluşu bu müsabakanın hafızama nakşolmasına sebep olmuştur.

İkinci kafilenin müsabakalarının neticelerini anlatmadan önce kronolojik sırasını takip ederek size bir dış seyahatteki ilk disiplinsizlik ve itaatsizlik hâdisesini nakledeceğim. Futbol kafilesi geldi, resm-i geçite iştirak etti. Üç gün Paris’te kaldı. Biletleri alınmıştı, pasaportlar yapılmıştı. Trenle Türkiye’ye döneceklerdi. Hareketten bir gün evvel futbolumuzun üç “As”ı merhum Zeki, Nihat ve İsmet, Ali Sami Beye müracaat ettiler:

— Bize bilet paralarımızı verin, biz Paris’te kendi hesabımıza birkaç gün daha kalmak istiyoruz! dediler.

Ali Sami şimdiye kadar rastladığım en bükülmez bir disiplin adamı sıfatiyle hemen reddetti ve sebep olarak da:

— Siz üçünüz de askersiniz (gerçekten de Nihat Bahriye Mektebi talebesi, Zeki Askeri Baytar talebesi, İsmet de stajyer askerî doktordu. Bunlara Ali Sami Bey şahsen zamanın Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Çakmak’tan izin almıştı.) Size ben izin aldım. Memlekete dönmenizi de ben tekeffül ettim (kefil oldum), yapamam! deyince, bizim “as”lar aslan kesildiler.

— Biz gitmeyeceğiz, zorla gönderemezsiniz! dediler. Ali Sami de

— Pansiyonla ilişiğiniz kesilmiştir. Ben biletlerinizi ve pasaportlarınızı Türk konsolosluğuna veriyorum! dedi ve öyle de yaptı.

Bizim aslanlarda para yok. Bir iki gece gizli gizli pansiyonda arkadaşlarının yanında kaldılar ve sonra tıpış tıpış Türkiye’ye döndüler. Bu hâdisede şayan-ı dikkat olan (dikkat çekici olan) bu üç çocuğun üçünün de asker oluşu, yani bir disiplin ocağına mensup bulunuşları idi. Sonradan bunun ikisi, Nihat ve Zeki askerlikle alâkalarını kestiler. Yalnız merhum İsmet, askerî doktor olarak albaylığa kadar çıktıydı.

İkinci kafilenin spor müsabakalarında neler elde ettiklerini haftaya anlatmak istiyorum.