Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Kralın huzurunda… (Milliyet Magazin)

Kralın huzurunda… (Milliyet Magazin)

 (kutlayacak)Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 09.03.1980

Geçmiş Zaman Olur ki

KRALIN HUZURUNDA….

Şimdi aradan 41 yıl geçmiş bir hatıramı yazacağım. Bu hatıra, gerek Yunanistan’a, gerekse spora ilişkin olması dolayısıyla çok aktüeldir.

Sene 1939. Yunanistan, Balkan Oyunları’nın 10. yılını tes’id edecek (kutlayacak). Bunun için Kral’ın huzurunda bir merasim yapılacak. Biz zaten o yıl Balkan Oyunları’nı Yunanistan’da yapacak ve Atina’ya gidecektik. Fakat Yunanlı dostlarımız Kral’ın huzurunda merasim yapılacağını hareketimizden bir-iki gün evvel bana telefonla bildirdiler ve:

— Kral’ın huzuruna çıkacaksın! dediler.

Jaket-atay getirdiler. Bu elbiseye biz Türkler, “bonjur takımı” deriz. Fantezi pantolon ve önü epeyce yuvarlak kesik, pantolonla bir örnek ceketten ibarettir. Bende frak takımı vardı, fakat “bonjur takım”ı yoktu.

— Benim jaket-atayım yok! dedim.

— Burada bir şey uydururuz! dediler ve biz kalktık gittik.

Yunanlılar bana göre bir “bonjur takımı” aramışlar ve Romanya sefareti ikinci kâtibinde bulmuşlar. Lakin takımın boyu iyi geliyordu da, göbeği dardı. Ne çare, çatlayacak gibi zorla pantolonu ilikledim. O gün kahvaltı da etmedim. Ama gene de çok sıkı bir pantolondu.

Merasim galiba saat 11’de olacaktı. Balkan Oyunları’na mutad olarak (adet üzere) 5 millet iştirak ederdi. Fakat o gün biz 4 kişiydik. Bulgarlar, şimdi hatırlamadığım bir sebeple gelmemişlerdi. Merasimin yapılacağı akademi binası küçük bir salondu. Önünde bir de platform vardı. Biz Kral’ı bu platformda karşılayacaktık. Saat 10.45’de sırtımızda bonjur takımı, ellerimizde silindir şapkalar -o şarttır- akademi platformuna çıktık. 4 kişiydik. Romen murahhası Boeresku, Yugoslav murahhası galiba Ugriniç, Yunan murahhası Rinopulos ve Türk murahhası ben. Saat 11.00 oldu, Kral’dan haber yok. 11.30 oldu, gene haber yok. Nihayet, haşmetmeap 12.00’ye doğru geldi ve her birimizin elini sıktıktan sonra hemen akademi salonuna girdi. Tabiî arkasında bir sürü muhafız da beraber. O zamanlar, Yunan Kralı’nın adı, Yorgo idi. Bu Kral, Yunanistan’ı Almanların işgali sırasında hükümetiyle beraber Mısır’a kaçan kraldı. Aslında çok sert bir adamdı.

Merasim, evvelden hazırlanmış olan kısa birer tebrik ve takdim nutkunu alfabetik sırayla okumaktan ibaretti. Bu nutuklar evvelden hazırlanmıştı. Ben, nutkumu o zaman Atina Sefirimiz olan merhum Enis Bey’e okudum. Hem nutkun metnini, hem de benim telaffuzumu takdir etti. Zaten sefirler de merasimde bulunuyorlardı. Herkes alfabetik sırayla nutkunu okudu. Yalnız, Yunanistan ev sahibi sıfatıyla en son okuyacaktı. Bunu da dostumuz ve şimdiye kadar rastladığım en namuslu ve dürüst spor idarecisi olan müteveffa Rinopulos okuyacaktı. Rinopulos’un nutkunu bir beyaz Rus olan karısı Madam Rinopulos yazmıştı. Nutuk güzeldi ama, Rinopulos Fransızca bilmezdi. Ne kadar bilirdi? Meselâ benim hakkımda konuşurken, “Le Burhan” derdi. Şivesi en kötü Yunan şivesiydi. Bildiğiniz gibi, Yunanca alfabede “ş” ve “b” yoktur. Bunlara bile dikkat edemeyecek kadar fena okuyan Rinopulos, nutkunu bitirdikten sonra, Kral fırladı gitti ve giderken yanındakilere:

— Daha fena Fransızca konuşacak kimse bulamadınız mı? diye küfürler etti, ama olanlar olmuştu.

O sene tarihî Averof Stadı’nda yapılan Balkan Oyunları’nın şampiyonlarına madalyalarını oyunlarda hazır bulunan Kral veriyordu. Delegasyon heyetleri Kral’ın hemen arkasında bulunmak mecburiyetindeydik. Bu durum, benim hiç hoşuma gitmiyordu. Çünkü, o zamanlarda krallara da, hele Yunan Kralı’na bir suikast ihtimali mevcuttu.

Akşam Atina’nın meşhur büyük oteli “Büyük Britanya Oteli”nde şerefimize bir ziyafet verildi. Ziyafete o zaman veliaht olan son Kral’ın babası Prens —galiba— “Jean Yanis” riyaset ediyordu. Yemekte hepimizin bildiğimiz bir nevi patlıcan böreği olan pabuçaki adındaki yemek verilirken Prens’e hizmet eden metrdotel bir pabuçakiyi Prens’in sağ omuzu üzerinden kolalı gömleğinin içine kaçırıverdi. Veliaht, babasının zıddı olarak çok yumuşak ve hoşsohbet bir adamdı. Güldü, metrdotele hiçbir şey söylemedi. Bu hadiseyi böylece geçiştirdik.

Bu Prens, son Kral Konstantin’in babasıdır. Bilmiyorum hangisi hastalık dolayısıyla gözlerini kaybetmiştir.

Bu merasimin yapıldığı 1939’da biz Balkan Oyunları’nda Romenlerle sayı itibarıyla beraber ve ikinci olmuştuk. O zaman bizim takımda futbolcu Melih adında ceylan gibi koşan bir çocuk vardı. Yunanlılar ilk defa gördükleri Melih için bana sordular:

— Nereden buldunuz bu zehir gibi çocuğu?

Çünkü hatırımda kaldığına göre, 400 metreye kadar bütün koşuları Melih kazanmıştı. O sırada Türkiye’de Beden Terbiyesi Kanunu çıkmış ve sporu devlet eline almıştı. İlk umum müdür merhum Tahir Paşa —ki kimse alınmasın — şimdiye kadar gelmiş geçmiş umum müdürlerin en tarafsız ve iyisiydi. Geldiği günden itibaren bilmediği bir işin başına geldiğini itiraf ederek, hepimizden fikir sorar ve yardım isterdi. Tahir Paşa’ya Melih’in Atina’daki muvaffakiyetini anlatarak elinden futbolcu lisansının alınmasını istedim. Aslında Melih iyi bir aile çocuğuydu. Babası albaydı. Fakat aynı zamanda çok iyi bir futbolcu olan Melih’i Fenerbahçe bırakmak istemiyordu. Tabii çocuğu maddi menfaatler vaadederek futbolcu olarak kalmasını ve atletizme geçmemesini temin ettiler. Ondan sonra Melih’in kaç sene futbol oynadığını bilmiyorum ama, iyi bir vaziyette olmadığını sonradan öğrenmiş ve bu yıldızı kurtaramamanın acısını hissederken futbolda onu bu hale götüren Fenerbahçe’nin o zamanki idarecilerine hiç de hayır dua etmemiştim.

Bu hatıra yazısını bitirirken, daima zorluğunu çektiğim bir noktaya parmak basacağım. Bilmem hâlâ bu problem devam ediyor mu?

Balkan Oyunları bildiğiniz gibi, atletizm ve tenisten ibaretti. Atletlerimiz ve tenisçilerimiz belki pek kuvvetli sporcular değildiler. Fakat, iyi bir tesadüf eseri olarak çocukların yüzde 90’ı boylu boslu, güzel delikanlılardı. Bunların bu güzellikleriyle alâkadar olan pek çok genç kız bulunuyordu ve bu bizim için bir mesele olurdu. Doğrusunu isterseniz bir gencin bütün spor hayatında uçkurunu düğümlemesi diye bir kaide yoktur. Fakat bizim zikredeceğimiz düzende, bu işin dozunu iyi tayin edecek atlet ve sporcu yoktu. Daha doğrusu vardı ama, içlerinde yüksek tahsil ve iyi spor terbiyesi almış olanlar bile bazı hallerde gevşeyivermişlerdi.

İşte benim idareciliğim devrinde çektiğim büyük sıkıntı buydu. Hatta 1928 Amsterdam Olimpiyatlarına giderken Peşte’de kaldığımız 15-20 günlük kamp devrinde birbirleriyle iyi geçinemeyen bir atletle bir güreşçiyi iki yataklı odalara ayrı ayrı koyardık. Böylece birbirlerini kontrol ettirirdik.

1939’da oldukça parlak neticelerle Atina’dan döndüğümüz zaman gene muarız taraf —ki, bu ekseriya Fenerbahçeli neşriyat olurdu – bizim atletlere iyi bakmadığımız için iyi netice almadığımızdan yakındılar durdular. Basını, ne sporda, ne politikada ağız birliğiyle memnun etmek kabildir. 60 senelik idarecilik hayatım beni iyice buna inandırmıştır.