Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

Kunduralarım

Kunduralarım

Kunduralarım

Allah kimin varsa bağışlasın, benim bir çift kunduram vardır. Ara sıra ayağıma giyerim. “Kundura başa giyilmez ya!„ demeyin. Mümkün olsa benimkileri başıma giyeceğim ama, kafam daha ayaklaşmadı da ondan giyemiyorum.

Bu kunduralarım bir çifttir dedimdi, değil mi?.. Bu bir çift kundura benim başımın belâsıdır. Ayağıma giydiğim halde… Atamam acırım. Kucak dolusu para vermişimdir. Bir kenara bırakamam, biçimlidir. Sırasına göre giymeliyim. Boyatırım, cilâlatırım, parlatırım. Bütün bunlara rağmen ayağıma giydim mi bir feryattır başlar. O kadar ki elâlemin kunduralarıma bakmasından dolayı utanırım. Bu utançtan gün olur ki, kunduralarımı çıkarıp atmayı, yalınayak kalmayı daha yek bulur, tercih ederim.

Zaten hepimiz, kunduralarımızın esiriyiz. Onlar ne isterse onu yaparız. Sağını sola giymemizin yolu var mıdır?… Bunların yüzde doksanı ayağımızı sıkar, canımızı yakar, bizi burnumuzdan solutur. Ses çıkaramayız. Gene avuçla para verir bu baş belâsı ayakkabıları alırız. Benim kunduralarım üstelik gevezedir de. Yer, yurt, zaman ve münasebet düşünmeden gıcırdar.

Bir gün bu kunduralarla İngiltere’de bir müzeye gitmiştim. Bütün halk müzedeki antikaları bırakıp bana bakmağa başladılardı. O kadar sıkıldımdı ki, anlatamam. Düşünün bir kere! Bir İngiliz müzesinin durgun sükûtu içinde benim kösele tabanların gıcırdamasını!. Nihayet utancımdan topuklarımla yürümeğe mecbur oldumdu. O da bir kolay iş değildi. Lâkin hem kundura giymek, hem ses etmemek için başka çare bulamadımdı. Bu da çok yorucu oluyordu. Ara sıra bir boş paviyon bulunca hemen bütün tabanlarımla yürüyor, kunduralarımın olanca sesini çıkarıyordum. Eğer o ara içeri biri girerse nerede ve ne vaziyette olursam olayım, hemen durup ya İsâ’nın çarmıhına, ya Kleopatra’nın tâcına bakıyordum.

Eskiden potin kundura giyilen devirlerde, gıcardamayan kundura makbul değildi. Hattâ, derlerdi ki, kunduracılar bu sesi vermek için köseleleri pastırma ile muamele ederlermiş. Ne yaparlarmış bilmem ama bildiğim şudur ki eski kunduralar gıcırdardı. Hattâ bunu gösteren bir de şarkı güftesi hatırlarım:

Bu güfteyi bizim neslin altındakiler bilmezler. Kâtiplerle alay eden bir şarkıdır. Malûm ya, vaktiyle adı sayılan iki çeşit adam vardı: Asker, kâtip. Bir baba çocuğunu ya asker yapar, ya kâtip. Bunda da müessir (etkili olan) ailenin çocuğunu gece yatısı mektebine verip vermemesi ve aile içinde asker olup olmaması idi. O zaman da mizaç bugünkünden daha ileri olmamalı ki, musikiye kadar girmiş, kâtiplerle alay etmeyi düşünmüş. Belki işitmişsinizdir:

“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur

Kâtibin paltosu uzun eteği çamur”

şarkısı. Bestesi ve ifadesi yavandır ama mânâsı hâlâ tazedir. Hep o Üsküdar o yağmur, o çamur, o kâtip ve o uzun palto…

Bu şarkının alt tarafında şöyle bir parça vardır. Yeni şiirler gibi pek vezni ve kafiyesi yoktur.

“Kundurası gıcır mıcır o da veresiye. Biçare kâtipler„

İşte bu tarihî şarkı ile eskiden kunduraların gıcırdadığını ispat edebilirim.

Nereden nereye gittik. Ben kendi kunduralarımı anlatıyordum değil mi?

… Ve bunlar o hale geldiler ki, şimdi ayaklarım başımdan fazla ses çıkarabiliyor. Bu, başımın dilsizliğinden mi, ayaklarımın yüzsüzlüğünden mi bilmem… Şikâyetçiyim. Nereye gitsem herkesin gözü bende. Rahatsız oluyorum.

Harekâtımda serbest değilim. İstediğim gibi gezip yürüyemiyorum. Halbuki ötekiler ne kadar rahattırlar. Ne gittikleri, ne yürüdükleri, ne ilerledikleri belli. Gıcırdamadan, kimseyi tedirgin etmeden, sessiz, sadasız istedikleri gibi yürüyorlar, yürüyorlar, yürüyorlar.

Allahım! Ne nimettir bu sessiz sadasız yürümek, ilerlemek. Ne nimettir, gıcırdamayan kunduralarla gezmek, adım atmak… Dedim ya! Benimki ayakkabı değil baş belâsı… Milliyet 06.04.1935