Sitede yer alan tüm yazı, belge ve fotoğraflar “FBBM” Felek Belge Birikim Merkezi’nden alınmıştır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması ve kullanılması yasaktır. Arşive yazı, fotoğraf ve belge girişleri devam etmektedir.

On paranın kıymeti (Milliyet Magazin)

On paranın kıymeti (Milliyet Magazin)

Milliyet Magazin

Yayın Tarihi: 14.01.1973

Sayfa: 2, 3

Yaşadığımız Günler

On paranın kıymeti

O devirde bir fakir, el uzattığı zaman 10 para verilirdi. Bu para ile 250 gram ekmek alınırdı.

Dün bizimkilere sordum sordum.

— Kömürün kilosu kaç?

— Elleme 150 kuruş dediler…

Bu lâf beni Meşrutiyet gerisi devrin yaşanılmış günlerine attı.

İlk mektebe giderken annem bana 20 para gündelik verirdi. Bir de sefertası. Sefertasında bir veya iki kap yemek olurdu. Ben o yemeği ne kadar intizamla yerdim, pek bilemiyorum.. Ama mektepteki Arnavut’dan -kantini tutan adam- beş paralık ekmek beş paralık peynir alıp 10 para ile karnımı doyurduğumu bilirim. Ekmek bir kiloluk somunun 10 da biri kadar bir dilimdi, peynir de bir mektup zarfının dörtte biri kadar bir kaşar parçası…

O devrin hayat pahası ölçüsü benim için sade bu değildi. Belki sütü biraz az fakat pirinci ve şekeri bol bir kâse sütlâç 10 veya 20 paraya satılırdı, biz mektepte bunu alır yerdik…

O devrin hayatına ait fiyatları kolay kolay hatırlayamam, çünkü 8-10 yaşında çocuğun hayat pahasıile olan münasebetleri satın alabileceği şeylerin fiyatlarından ibaretti. Ama iyice hatırlarım ki, kömürün okkasını (1285 gramını) yazın, kiraz mevsiminde Üsküdar’a inen arabalarla toptan 10-12 nihayet 15 paraya alırdık. Bunu da kömür almanın o sıralarda ev için bir hareketli iş oluşundan dolayı öğrenirdim. Kömür ekseri – ertesi günü cuma olduğu için – perşembe günleri alınırdı. Şile’den bu yana ormanlık bölge köylüleri, yaktıkları kömürleri öküz veya manda arabalariyle Üsküdar’da Bağlarbaşı’na, eski çiftlik gazinosunun bulunduğu toprak, geniş sokağa getirirlerdi.

Mahalle halkından kömür almak isteyen aile reisleri sabah erkenden gidip araba seçer, pazarlık o ederlerdi, bazı yerlerin kömürü meşeden, bazısı kestaneden yapılırmış. Bilenler bilir, bilmeyenler de öğrenirlerdi. Meşe kömürü daha makbul ve pahalı idi. Külü beyaz olurdu…

Arabalar 700 ile 1000 okka arasında değişen büyüklükte idi. Aileler de kendi ihtiyaçlarına göre araba seçerler, bazen bir arabayı iki aile ortaklaşa alırlardı.

Bir eve kömür geldi mi, kantarcı da beraber gelirdi. Bu kantarcılar belediyeye bağlı resmi memurlardı.

Kömür iki türlü idi, sıra kömürü, elleme kömürü.. Sıra kömürü ince dallardan yapılan, elleme de 4-5 santim kutrunda kalınca dallardan yapılmış kömürlerdi.

Herkes kömürünü yazın almasına rağmen bunu yapamayan veya kömürü bitenler kömürcülerden kömür alırlardı. Bizim İhsaniye mahallesinde bir kömürcü vardı ve adı da -tuhaf tesadüf – Burhan idi. Adamın bir hususiyeti de sol elinin iki parmağının birbirine yapışık oluşu idi. İnsan neleri unutmuyor. Bu kömürcü dükkânlarında mevsime göre kömür 20-40 paraya satılırdı.

Kömür fiyatları bu seviyede iken şekerin okkası 60 paraya satıldığını söylersem şaşırmamalısınız. O zamanlar Türkiye’de şeker yapılmazdı. Türkiye’de hiçbir şey yapılmazdı. Hatta bundan 20-30 yıl evveline kadar Türkiye’ye Bulgaristan’dan da kayıkla mangal kömürü gelirdi.

Şeker Avusturya’dan kelle halinde ithal edilirdi, galiba kiloluk olan bu şekerler mahrut (koni) biçiminde ve mavi kâğıtlara sarılı olarak bakkallara gelir, onlar da keserle kırıp parçalayarak satarlardı. Bu şekerler pancar şekeri idi.

Türkiye’de Tosya’nın yetiştirdiği pembe ve pek az miktardaki mahsulden başka pek pirinç yetiştirilmezdi. Yetiştirilse de ticari miktara yaklaşamadığından pirinç Mısır’dan ithal edilirdi. Mısır pirinci zamanın en makbul pirinci idi. Kazevi dediğimiz hurma yaprağından yapılmış ağzı dikili zembillerde gelir ve oradan çıkarılarak okkası 2 kuruşa satılırdı. Bugün o pirincin kilosu en aşağı 4 lira olduğuna göre okkası 5 liradan fazlaya yani fiyatı 250 misline gelir.

İstanbul’da o devirlerde üç türlü sade yağ yenirdi. Birisi kuyruk yağı. Aileler dağlıç koyununun kuyruğunu alıp eritirler ve bunu yemeklere koyarlardı. İtiraf etmek lazımdır ki, bu yağların girdiği yemekler daha lezzetli olurdu. Şimdi bu yağların sıhhate muzir olduğu söylenmektedir.

Bir de erimiş süt yağı vardır ki buna da Halep yağı denirdi. Bunun muadili şimdi Urfa yağı diye satılıyor. Bir de Rusya’dan fıçılar içinde gelen Sibiryağı vardı. Bu inek sütünden yapılmış ve eritilmiş sâde yağ idi. Kuvvetli bir yağdı. Bakkallara bunlar 200, hatta 400 kiloluk fıçılar halinde ve sırık hamallariyle gelirdi. Sırık hamalları artık müzelik olmuş bir yük taşıma vasıtası idi. 2,4, ,6 kişilik gruplar halinde taşınacak şeyi-ki bu ekseri yağ fıçıları olurdu-mesela Üsküdar iskelesinden alırlar, İhsaniye mahallesine getirirlerdi. Sırık hamallarının kalın gürgen sırıkları, sırıklarla yükü birbirine halat sapanlarla takan bir orta ağaçtan ibaretti, Sırık hamallarının çoğu aynı zamanda tulumbacı da olurdu. 200 okkalık bir fıçıyı 4 hamal iki sırıkla taşırlarsa adam başına 50 okka düşer. Bu kısa mesafeler için belki pek büyük bir ağırlık teşkil etmezse de yokuşlu inişli ve şüphesiz kötü kaldırımlı 4-5 kilometre mesafeye bu yükü taşımak pek de kolay olmazdı. Hususiyle sırığın sadece bir omuz adalesine bindiği düşünülürse, bu yağların fiyatı hatırımda kaldığına göre 5 kuruşu geçmezdi..

Zeytinyağı yerli idi, ve iyi bir yağ 3 kuruşa alınabilirdi.

Size gülünecek bir şey söyliyeyim. O vakitler zeytinyağına çiçek veya pamukyağı karıştırmak suç teşkil ederdi. Şimdi ise bu yağlar daha sıhhî olduğu için zeytinyağına tercih edilmektedir.

O devirlerde aileler ya soba veya mangalla ısınırlardı. Bizim çocukluğumuzda kömür sobaları pek yayılmamıştı, herkes ya çini ya saç sobada odun yakar, korunu da mangala alıp başka odaları ısıtırdı. Kömürün araba ile satıldığı devirde odun da araba ile satılırdı. Odunun da meşe, gürgen ve kestane olarak üç envaı vardı, En makbulü meşe, sonra gürgen idi. En kötüsü yanarken su çıkaran sidikli meşe ile kestane idi. Bunlar 2-3 metre uzunluğunda inceli kalınlı dallardan ibaret olurdu. Odun arabasını alan müşterinin arkasından hemen bir yarıcı peydah olurdu. Bu yarıcılar 15-20 yıl öncesine kadar omuzunda baltası, mahalle mahalle dolaşıp odun ararlardı..

Balta ile yarılmış odunlar, şimdiki destere kesiği odunlardan daha çabuk tutuşurdu. Çünkü balta hem kıymık bırakır, hem de odunun ucunu verey keserdi. Destere gibi maktaı düz olmazdı. Odun kaça idi? Odun aslında çeki ile satılırdı, çeki 4 kantar yâni 160 okka gelirdi. Bir kantar da 40 okka idi. Bugünkü çekiler 250 kilo geliyor ve kesilmiş olarak da teslim100-110 lira..

Kok kömürü ile ısınmak, daha sonra başlamıştır. O devirlerde kurbağa soba, çini sobanın yerini almış, derken Zümrezade merhumun icadı bir çeşit sobada taş kömürü ve odun yakılmaya başlanmıştır..

O devrin felaketlerinden biri de pencereden dışarı salınan soba borularından akan zifirin geçenlerin üstüne başına damlayarak leke etmesi idi. Bu lekeler, çok inatçı ve asla temizlenmez pislikler idi.

Bir uzunca aralıktan sonra 1940 senesinin bazı “es’ari”ni yani yiyecek ve içecek fiyatlarını hatırlarım. O sıralarda Urfa yağı alırdım. Fehni isminde yağ ticareti yapan bir arkadaşım vardı. Teneke ile 95 kuruşa aldığımı biliyorum. O sıralarda da et 40-45 kuruş civarında idi. Altın da 14 lira.. 30 senelik dava…

Bugün taze tereyağının kilosu 35 – 38 lira. Erimiş yağınki doğrusunu bilmiyorum. Ama hesaba göre 40-45 olmalı. Okkası yüz paralık zeytinyağının litresi 15 lira, bütün hesaplardan sonra okkası 25 liraya gelir ki 2500 kuruş eder. 75 sene evvel 2,5 kuruş 75 sene sonra 1000 misline bir mal. Bu yalnız para değerinin düşmesinden doğan bir nisbet değildir sanırım. O zamanlar yâni madeni para zamanı, alışverişteki paranın ünitesi, 100 kuruş idi. Çil gümüş kuruş bunun iki kuruşluğu vardı.. Sultan Mahmut altını dedikleri yarı gümüş, yarı bakır yüz paralıklar vardı, ama pek nadirdi.

Zaten madeni sikke nizamı Sultan Mahmut zamanında düzene sokulmuş olmalı ki gümüş yirmi kuruşluklara mecidiye denirdi. Buna rağmen Sultan Mecid’in altınına rastlamış değilim. En eskisi hala Aziz altınıdır.

Bir Osmanlı altını çarşıda 5 mecidiyeye geçerdi. Bir mecidiye 4 çeyrek (beşlik) her çeyrek de beş kuruş idi. Bir kuruş 40 para olduğu için dört metelik (on paralık) ederdi. Metelik kelimesinin Fransızca madeni manasına gelen metaligue’den bozma olduğu apaçıktır. Ve işte o zaman bir fakir, el uzatırsa 10 para sadaka verilirdi. Bu on para ile o zaman 250 gram ekmek, 150 gram pirinç, 65 gram şeker, bir yumurta ve bir gazete alınırdı.

Onun için dilenciler, pek sıkıntı çekmezdi. Bir insanın ömründe ne gibi ekonomik şartlara maruz kalabileceğini gösteren bu astronomik farkları bilenler hamdolsun hâlâ hayattadır; masal değil.